Özgürlük ve Örgütlülük

Bireysel özgürlükleri dikkate almaksızın, toplumsal eşitliği sağlamanın imkânsızlığı gün gibi ortadadır. Aynı durum tersinden irdelendiğinde, eşitlik olmaksızın toplumsal özgürlüğün olanaksızlığı da kaçınılmazdır denebilir. Toplumsal yapıya dair sözü olan; Örgüt, yapı, hizip, parti, cemaat, kurum, dernek vb. birliktelikler, toplumsal ideallerinin çekirdeğini temsil eden unsurlardır. Bu çekirdek “öz” ; söylem ve savunusu yapılan fikirler, ideolojiler, hedeflerle değil ortaya konan pratiklerle tanımlanabilir, tanımlanmalıdır. Aksi halde ortaya konan pratik hedef ve ideallerle çelişik olma durumunda, hedefe ulaşacak olan sonuç ideal iddiaları değil pratiğin yansımaları olacaktır.

Söylemleri ve pratiği benzeşen yapıları çevremizde görmeye pek alışık olmasakta esasta olması gereken bu uyumu sağlamayı başarmış yapılar oluşturabilmektir. Aydınlanmış, eşitlenmiş, özgürleşmiş bir toplum idealini ortaya koyan yapılar kendi iç ilişkilerinde bu ideallerini kesinlikle hayata geçirmelidirler.

Özgürlükleri ellerinden alınmış, baskı, haksızlık ve eşitsizliklerin yaygınlaştırılarak kültürleştirildiği zamanlarda bir takım insanlar var olan durumun farkına vararak özgürleşme mücadelesi göstermektedir. Aslına bakılırsa bu aydınlanma mücadelesi var olan durumu sorgulamayla başlamakta, dayatılan, giydirilen, bilinçsiz kabullerden oluşan bu durumu reddetmekle hayat bulmaktadır. Bu süreç insanı her sorgulama sonrasında doğruya yaklaştırmakta, bilinci esir alan algılarından soyutlayarak özgürlüğe taşımaktadır. Kısaca bu sorgulamaya asla son vermemeyi aydınlanmanın kendisi olarak tanımlayabiliriz. Araştırmak, sorular sorarak üzerinde düşünmek, bireysel kanaat ortaya koymak, dayatılan değerlerle değil ulaşılan doğrularla hayata yön vermek ve benzeri yetilerin birey inisiyatifinden asla çıkarılmaması aydınlanmanın olmazsa olmazlarındandır. Bireysel özgürlükleri kısıtlayan örgütsel yapılar, bu biçimin çok gerisinde kalmış, aydınlanmayı, başladığı yerde (ailede, toplumda, yapı dışında neredeyse her yerde) heyecanla desteklerken, aydınlanmanın son noktasını yapıda belirleyerek yolculuğu anlamsızlaştırmakta ve bir bakıma neredeyse yola çıkanı, çıktığına çıkacağına pişman etmektedir.

Özgür birey aydınlanma yolculuğunda ilerlerken bir anda kendini karanlık bir zindanda hapsolmuş bulmaktadır. Bir zamanlar toplumsal dayatmalara karşı direngen tavır sergilemiş olması onu kitlelere yabancılaştırmış, geldiği noktadaysa azınlık bir gruba sıkışmış olan birey öncesinde var olan öz güvenini de yitirmiş olarak iyiden iyiye yalnızlaşmış, cesaretini yitirmiştir. Bir bakıma kitleleri köleleştiren, iktisadi ve siyasi sisteme yedeklenmeyen buna direnen birey, böylelikle bir üst perdede etkisizleştirilmektedir. Siyasi İktidarın öğütemediği birey, örgütsel iktidar-cık-larda öğütülmekte ve düşünen, eleştiren, isyan eden birey köleleştirilerek boyunduruğa mahkûm edilmektedir. Bu tarz yapılar ancak iki tür insan yetiştirebilirler; buyurgan ya da itaatkâr. Üstleri karşısında kölece tavır sergilemekte, üstü olduğu kişilere karşıysa acımasız bir otorite oluşturmaktadırlar. Bir zamanlar aydınlanma yoluna girerek eşitlik ve özgürlük şiarıyla yola çıkan birey bu öğütüm sonunda şu ön kabule mahkûm olmuş olur; bütün insanların eşitliği, özgürlüğü için içerisinde bulunduğum yapıda ortaya çıkan eşitsizlikler ve kısıtlamalar mücadelenin olmazsa olmazıdır, özgürlük için köleliğe, eşitlik için adaletsizliğe boyun eğmek gerek. Bu ön kabul sonrası ortaya çıkan insan biçimi despot devletlerin ürettiği insan biçiminden çok farklı değildir. Bu sonuç alternatif toplumu yaratacak bireyler oluşturmaktan bahseden yapıların, var olan sınıflı toplumsal yapının önemli bir çarkına dönüşüvermesi anlamını taşır.

Baskıcı devletler eliyle öğütülmüş olan insanlarda, başkaları üzerine otorite kurma eğilimi vardır. Bu eğilim hayatın her alanında karşımıza çıkar. Yıllarca zulme ve sömürüye uğramış bir işçi, eline fırsat geçtiğinde kendini sömürenlerden çok daha acımasız bir patron olabilir. Hatta işçi olarak sömürüldüğü dönemde bile kendinden daha güçsüz durumda olanlar üzerinde zalimane tavır alır, daha vasıfsız olan işçiyi ezer, evinde eşine şiddet uygular. Çoğumuzun gözü önünde gerçekleşen bu olaylar hiyerarşi ilişkilerinin beraberinde otoriter tipler ürettiğini ortaya koymaktadır.

Tüm dünyayı özgürleştirmek için, özgür olmadığımız kurumlar, örgütler, yapılar oluşturmak zorundayız savunusu, tam özgürlük olursa kaos ve kargaşa olur, otorite ve yasalar kaçınılmazdır diyen devletlerin savunusuyla aynı istikamettedir. İnsan unsuruna olan güvenin yok oluşu sonucunda doğan bu algı, alternatif yapılarda da varlık bulabiliyorsa bu alternatiflik iddiaları laf olmaktan öteye geçemez.

Bir örgütlenme; yapısal organizmalarında ast- üst ilişkisini barındırıyorsa, o yapıda artık özgürlükten bahsetmek imkânsızdır. Günümüzde varlığını sürdüren örgütlerin, cemaatlerin, yapıların neredeyse tamamının yönetim mekanizmaları bulunmaktadır. Bu mekanizmalar örgüt yapılanmalarına göre bazen üst kurul, bazen merkez yönetim kurulu, bazı yapılarda üst şura… Vb. biçimlerde tanımlanmaktadır. Bu ast- üst ilişkisi, üst kurulların denetiminde olmak durumunda bulunduğundan, o makamdaki bireylere, alınacak kararlardan doğacak olumlu ya da olumsuz etkilerinden dolayı ortaya çıkacak sonuçların sorumluluğunu da beraberinde yüklemektedir. Bu durumda üst yönetim dışında olan bireylerin yapacakları fiillerin sonuçlarının, üst kurullarda olan yöneticilerini de etkileyeceğinden dolayı, bireysel adımlar atamazlar. Bu ilişkilenme biçiminin gönüllü kabulü bireyi özgürlüğünden mahrum bırakmakla birlikte eşitsizliğinde ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Özgürlüğünü üstlerine veren birey bununla birlikte altta kalmayı da kabullenmiş olur, sonuçta ortaya mevcut durumdan çokta farklı olmayan eşitsiz bir sınıfsal yapı çıkmış olur.

Bir yapı, örgüt, parti vb. grubun yöneticileri eğer üyelerinin yaptıklarından sorumlu olacaksa, bu sorumluluğu alan bireyler, yapının her üyesinin özgürce karar almasını kısıtlamak zorunda kalacaktır. Aynı durum tersinden yönetici olmayan bireyler içinde sorumluluğunu başkalarının üstleneceği bireysel inisiyatifler almalarını engelleyecektir. Bu ilişkilenme sonrası örgüt yöneticileri, üyelerinin ortaya koyacakları fillere gözcülük etme, onlara tek tek neyi yapıp neyi yapmamaları gerektiğini emretme gereksinimi duyacaklardır. Yönetici olmayan bireyler ise üstlerinin “başla, dur, yap, yapma, yürü, otur, kalk vb.” komut ve izinleri olmadan her hangi bir şey yapamayacaklardır. Böyle bir yapıda yer almak, beraberinde iradesini teslim ettiği, bir biçimiyle desteklediği yapının ileride ortaya koyacağı yanlış fiillere de ortak olmayı zorunlu kılar. Gelecekte ortaya çıkması muhtemel bu zararı ortadan kaldırmaya gücü ve yetkisi olmayan bir bireyin geçmişte bu yapıya tüm samimiyeti ve iyi niyetiyle destek vermiş olması da sonuçta tüm topluma çevrilmiş olan namlunun imalatına katkı sunmasını sağlamış olur. İbadet şuuruyla gerçekleştirilen bu şuursuz “ki iradesi kendinde değildi” tavır sonuçta ihanete dönüşüverir.

Bireyin iradesini kendisi dışında her hangi bir unsura teslim etmesi anlamına gelen bu tür örgütlenmelerin, insanları köleleştiren, düşünme yetisini körelten, istediğinde neyi var neyi yoksa bir anda elinden alabilen, mevcut otoriter sömürü sistemlerine alternatif olabileceğini düşünmek olanaksızdır.

Eşitlik ve özgürlük ideali, ancak özgürlüklerin önünün sonuna kadar açıldığı, eşitliğin her alanda hayat bulduğu birlikteliklerle anlam kazanır. Pozitif toplumsal dönüşümlerin yolu ancak; bireysel özgürlüklerin mahkûm edilmediği, iradelerin baskı altında tutulmadığı, sevginin, kardeşliğin ve dayanışmanın hüküm sürdüğü örgütlenmelerle açılabilir. Mevcut olan sömürü, zulüm, baskı ve adaletsizliklerin önünde durmanın yegâne yolu, sömürünün, baskının, zulmün ve her çeşit eşitsizliğin asla hayat bulamadığı birliktelikler oluşturmaktır. Eşitlik ve özgürlükler; ancak bu gerçekliğin hayat bulduğu yapılarla gelişir, ilerler, büyür, büyütür…

Toplumsal mücadele:

Toplumsallaşma; iradeli özgür bireylerin birlikte yaşamaya dair atacakları adımlarla anlamlı olabilir. Var olan toplumsal yapının beraberinde toplumsal özgürlüğü tanımlama çabası bu doğallığından koparılmış toplumsallığı meşrulaştırma anlamına gelir. Bu durumun kaçınılmazlığını kabul etmek beraberinde zorunlulukları doğurur. İnsan için toplumsallaşma kaçınılmaz olabilir, ancak toplumlar her zaman ideal biçimde şekillenmeyebilir. Günümüzdeki biçimiyle dayatılmış, reddi neredeyse olanaksız toplumsal yapılar oluşabilir. Bu gibi durumlarda yapılacak şey olağanın tersine var olan dayatılmış toplumsal yapıyı çözümlemenin yollarını aramaktır. Bu yol bazen alternatif yapılar oluşturmak, bazen itaatsizlik girişimleri, karşı mücadele ya da benzer biçimlerde şekillenebilir. Ancak anlaşılması gereken madem böyle bir toplumsal yapı bir kere oluşmuş öyleyse onunla uyumu nasıl yakalayabiliriz? Sorusuna cevap bulmanın yollarını arama hatasına düşmemektir. Bunu çözüm olarak görmek baştan hatayı ve dönüşümü imkânsız olanı kabullenmek anlamına gelir.

Geçmiş ve gelecek zaman kıstaslarından kurtularak sürekli tekrar eden, edecek olan şimdiki zaman denklemiyle; olağan, doğal, uyumlu dengeyi birleştirebilmek; dinamik, gerçekçi pratikle bütünleşen bir mücadeleyi gerektirir. Uyumsuzluklar üzerine inşa olmuş sorunlu bir toplumsal yapının aldatıcı doğal görünümünden uzaklaştırılması gerekir. Bu doğal olmayan toplumsal yapının hissedilir kılınabilmesi muhalefet ve isyan alanlarının elden geldiğince geliştirilmesi ile ilintilidir. Aksi durumda bu yanıltıcı görünüm kendini zamanla daha doğal görünüme evirebilir. Sonrasında bugün görülebilir olan yanıltıcı yön, daha görünmez hale gelir ve dönüşümü imkânsız bir karanlık, insanlar farkına dahi varamadan sarsılmaz hâkimiyetini inşa eder. Kısacası toplumsal yapıyı çözme girişimleri son bulur, etkisizleşirse bir süre sonrasında bunu yapmak akıllarına bile gelmeyen uysallaştırılmış, iradesizleştirilmiş sürüler ortaya çıkar.

Doğal olanla uyumunu yitirmiş toplumsallaşmalara karşı mücadele, birey iradesinden bağımsız gerçekleşemez. Birey iradesini yok sayarak karşı mücadele gösterme çabası aslı itibarı ile zaten hayatiyetini sürdüren negatif yapının gölgesinde kalmayı ifade eder. Birey iradesini yok sayarak sözde alternatif toplum oluşturma çabaları aslı itibarı ile aynı hedefe yönelmiş farklı renklerin cedelleşmesi anlamına gelir. Bu tür yapılar esasta var olan ana problemi imha etmek yerine, o toplumsal tahribatı görünmez kılma çabası gösteren yeni mimarları temsil ederler.

Mevcut, süregelen, toplumsal paradigmayı inkâr, yapının negatif boyutlarının dışına çıkmakla mümkündür. Bu çıkış görünür kılınabildiğinde anlam kazanır. Görünür olmayan huruç hareketleri, bu çıkışı gerçekleştiren bireyi hayata yabancılaştırmakla beraber, hedefine doğruda yöneltmez. Bu çıkışı anlamlandırabilmenin yolu görülebilir alternatif yapıyı var etmekle mümkündür. Görülebilir kılınan alternatif toplumsallaşmaların hedefine yürümesinin ilk koşulu süregelen paradigmanın dışında kalmak, bunu yaparken de doğal yaşama yabancılaşmamaktır. Mevcut yapının doğal olana yabancılaşmış oluşu, doğal olanla uyumu sergileyecek toplumsallaşmanın varlığıyla görünür hale gelecektir.

Toplumsal yapılardaki tahribatın başlangıç noktasının birey oluşu, onu sönümlendirme yolunun da buradan geçeceğini gösterir. Kısacası gelinen noktada ezenlerin ezilenleri yaratıyor olduğu sanısı yanıltıcı bir görüntüdür. Esas itibarı ile bunun başlangıç noktası, ya da biraz daha yakından bakıldığında görülecektir ki bu tahribatın asıl mimarları üsttekiler değil alttakilerdir. Dönüşümün yolu da buradan başlamalıdır. Üste çıkma, iktidarı ele geçirme kavgasıyla değişecek olan sadece aktörler olacaktır. Toplumsal yapıyı özüne döndürecek olan şey iktidar algısının zehrinden arınmış bireylerden oluşan birlikteliklerin inşası olacaktır.

Muhammed Nur Denek

Alıntı