Savaşta Barışta Kapitalizm Öldürür
Savaş ya da barış kelimesinin anlamı, aslında bugün yaşama nereden baktığımızla ilgilidir. Bir ezen için barış, kendi egemenliğinin mutlak şekilde ve doğrudan korunması anlamına gelirken, bir ezilen için barış, özgür bir toplumun içerisindeki özgür bireyler olarak yaşayabilmektir. Ezilen, ezenin kendisine karşı yürüttüğü sürekli savaşta kendi gibilerle savaşmak zorunda bırakılmasına inat “barışı” yükseltme cesaretini gösterdiğinde, bu onu efendilerin gözünde büyük bir “savaş” çığırtkanı haline getirecek ve efendiler tarafından “toplum düzenini” bozmakla suçlanacaktır. Her yıl milyonlarca insanın köle gibi çalıştırıldığı, sakatlandığı, öldürüldüğü bir düzen, barış olarak adlandırılırken; savaş, küresel kapitalizmin kendisine yeteri kadar kaynak ve pazar açmayan bir ülkeye “demokrasi götürmek” ve “barışı sağlamak” bahanesiyle askeri müdahalede bulunması olarak adlandırılır.
SAVAŞTA
Yaşadığımız topraklarda ve Ortadoğu’da “savaş” kelimesinin olağanlaşmış olması, “barış” kelimesini teslimiyetçi bir algıya dönüştürüyor. “Ne olursa olsun da barış olsun diyen bir algı”, bir çok soruyu beraberinde tartıştırıyor. Kapitalizmin yaşamın her alanını ve her anını talan etmeye devam ettiği bir toplumda, “barıştan” söz edebilir miyiz? “Demokrasinin”, “adaletin”, “hak ve hukuk” kavramının böylesi yükseltildiği bir toplum içerisinde, neden hala “savaş” kavramıyla bu kadar yüz yüzeyiz? Adaletsizliğin ve eşitsizliğin varlığından beslenen kapitalizm, savaş durumunu sona erdirebilir mi? Ticaret olmadan savaşın, savaş olmadan ticaretin var olmadığı bir döngünün içerisinde, yaşam gerçek bir değeri ifade edebilir mi?
Yaşamın krizi olarak da ifade edebileceğimiz böylesi bir döngüde, kriz dönemlerine paralel olarak savaşların çıktığına tanık oluyoruz. İmparatorlukların fetih politikalarından bu yana değişen sistemle birlikte, savaşın değişen araç ve amaçlarını açıklamak güç değil. Yeni pazarlara, kaynaklara ve ucuz iş gücüne duyulan ihtiyaç, “her şeyi tüketmek” üzerine kurulan yasanın evrenselleşme çabası, kârın maksimize edilebildiği yegane alan olan silah sanayiinin istekleri, parçalı olan iktidarların kendi içlerindeki tekelleşme gerilimi vb. “Kapitalizm neden savaş yaratmak zorundadır?” sorusuna cevap olma amacı taşıyan belirlenimler, doğrudan gerçeğin içinden yapılan çıkarımlar sonucunda ortaya çıktı.
Özelleştirilmiş savaşlar dönemi
Müdahaleciliği asla elden bırakmayan sömürgecilik, meşruluğunu “demokrasi götürme” üzerinden sağlamaktadır. 1991 Körfez Savaşı ve 2003 Irak Savaşı demokrasi götürme meşruluğuna sıkı sıkıya sarılarak gerçekleştirilen kapitalist katliamlardan akla ilk gelenler.
İnsanların köle gibi çalıştırıldığı, sakatlandığı, öldürüldüğü bir düzen, barış olarak adlandırılırken; savaş, küresel kapitalizmin kendisine yeteri kadar kaynak ve pazar açmayan bir ülkeye “demokrasi götürmek” ve “barışı sağlamak” bahanesiyle askeri müdahalede bulunması olarak adlandırılır.
1991 Körfez Savaşı’nda, küresel kapitalistlerin birlikteliği bize birçok şeyin anlaşılmasında anahtar bir rol üstlenmektedir. 1991 Körfez Savaşı’nda 28 devlet 900.000 askerle demokrasi ve istihdam götürmek üzere yola çıkmıştı. Bu birlikteliğin başını çeken ABD’nin 697.000 askerle katılmasının birçok nedeni vardır. Bunlardan biri; silah sektörünün, demode olan ve silahsızlanma antlaşmaları doğrultusunda elinde biriken silahları aktif alanda kullanarak kurtulmak istemesidir. Bir diğeri ise; Irak’ın fiili olarak 3’e bölünerek ambargo altına alınması ve bölge halkının küresel sermayeye bağlanma çabası ve başta British Petrol ve Exxon Mobil olmak üzere çokuluslu petrol şirketlerinin bölge kaynaklarını tekeline alma girişimidir. Bu küresel kapitalist birlikteliğin, Saddam iktidarına son verme şansını yakalamış olmasına rağmen bunu yapmaması ve bunun nedeninin Saddam iktidarından çekinen bölgedeki diğer küçük iktidarlara büyük miktarda silah satışının gerçekleştirilmesi olarak değerlendirilmesi gibi örnekler daha da uzatılabilir. Söz konusu örnekler savaşın ardılında eksiksiz bir şekilde doğrulanmıştır.
Özelleştirilmiş savaşlar dönemi: Savaş şirketleri Körfez Savaşı’ndan sonra her şeyin açıkça ortada olduğu durum ise 2003’teki Irak Savaşı’dır. Demokratikleşme, Saddam’ın diktatörlüğüne karşı Irak’a demokrasi götürme ve barışı sağlama, Irak’ın büyüme ve kalkınmasının desteklenmesi vb. bahanelerle savaş koşullarını meşrulaştıran ABD, bu “meşru” ve “kutsal” savaş görüntülerini ilk olarak topluma kendi televizyon kanallarından izletti. Ancak sermayedarların yüzü, ilk elden kendini göstermeye başladığında tablonun ne kadar farklı olduğu anlaşılmıştı. Irak’ta “ekonomik kalkınma” adı altında, bu kez petrolün Amerikan ve İngiliz şirketlerine geçişinin de ötesinde, inşaat, silah, askeri eğitim ve özellikle de tarım alanında çok ciddi bir sermaye akışının başlatılması, Irak’ın topyekün talan edileceğinin kanıtıydı.
ABD 2003-2008 yılları arasında 400’e varan sayıda özel askeri şirket ile anlaşma imzalamış, Irak’ta askeri güvenlik, beslenme, barınma, istihbarat, ordunun ve polislerin eğitimi, çatışma alanlarındaki araçların kullanılması gibi iş kollarında çalışan bu 200.000 “sözleşmeli personel” ile birlikte, Irak Savaşı’nın dünyada “ilk özelleştirilmiş savaş” (the first privatised war) kavramıyla anılmasını sağlamıştı.
Savaşın dahi “sektörleştirildiği” ve üstünden kar üstüne kar elde edildiği böylesi bir düzende, bu sadece bir ilk adımdı. Ardından gelen inşaat ve silah sektörü, halkların ekonomik bağımlılığını arttırırken, en ciddi yıkımlardan biri de meşhur 81. Madde ile tarımda sağlanmıştı. Bu madde ile tüm tohumlar özel şirketlerin patentli malı haline gelirken, yerli üreticiler kendi tohumlarını ekemediği gibi, üreticilerden de şirketler adına yıllık lisans ücreti alındı. En verimli araziler, doğal kaynaklar, kırk yıla varan kontratlarla Monsanto denilen en büyük gıda tekeline devredildi. Geçici Koalisyon Komitesi’nin göreve ilk geldiği anda yaptığı iş, ülke sınırlarını gümrük, tarife, kontrol ve vergi olmadan ithalata açmak oldu. Komite, yatırımı özendirmek amacıyla şirketleri devlete vergiden muaf tuttu. 81 nolu madde ile, bütün bir tarım sektörü küresel kapitalizmin kontrolüne geçti, yerli üretici kendi tohumunu üretemeyecek hale getirildi. Üstelik bu küresel şirketler, Ortadoğu’da doğanın talanını da başlatanlar oldu. Tüm bu talan sırasında ise gördüğümüz şey, savaşın demokrasi ve barış gibi kavramlarla meşrulaştırılarak, Ortadoğu’nun bir kaynağa ve pazara dönüştürülmesiydi.
Tüm bunların ötesinde yalnızca Körfez Savaşı’nda 40.000, Irak Savaşı’nda ise 655.000’i sivil toplamda 2 milyona yakın kişi savaşa bağlı farklı nedenlerle hayatını kaybetti. Dün Kore, Irak ve Afganistan, bugün Libya, yarın Suriye’deki büyük bölüşüm savaşları veya bu savaş terörüyle “el sıkışarak” yapılacak barışlar, küresel kapitalizmin savaşlarının hiç bitmeyeceğinin göstergesidir. Ve belki de gelecekte, Ortadoğu’nun kaynak ve pazarıyla yetinmeyecek kapitalizm, yeni projelerini Asya-Pasifik üzerinde kuracaktır. Çünkü savaş kavramı, aslında savaşın değişen araçlarına, bahane edilen amaçlarına bakmaksızın; onun iktidar ve mülkiyet ile kurduğu ilişkiyle açıklanabilir. Savaş, iktidarın yaşamlarımızın en ücra noktalarında açığa çıktığı zaman başladı ve günümüze kadar hiç durmadan varlığını sürdürüyor. Anlaşılan o ki, ezilenler için arzu edilen barış, ezenlerin hiç bitmeyen savaşına karşı savaşarak kazanılacaktır. Ve bu savaş, tüm egemenlik biçimlerini hayatlarımızdan çıkarana dek sürecektir…
BARIŞTA
Ezenlerin egemenliğinde barış, savaş terörünün gölgesinde hepimizin rızasıyla elde edilmiş bir teslimiyettir aslında. İşte bu yüzden kapitalizmin tüm adaletsizliklerini görmezden gelir, umursamaz, ve yaşamak için moral motivasyonumuzu kendimiz yaratırız. Yaşadığımız olumlu şeylere barışın nimeti, olumsuz şeylere ise kader der geçeriz. İşsizlik terörüyle her türlü koşulda çalışmayı kabul ederek köleleşiriz. Barışın yasalarına göre, çalışma saati haftada 45 saattir. Yani günde en fazla 9 saat çalışmamız gerekirken, bizler 10 ile 12 saat arasında çalışmayı yadırgamayız. Çay molalarımızın, yemek molalarımızın ve ihtiyaçlarımızın keyfe keder olmasını umursamayız. Koşullarımız asla eşit olamazken, toplumsal hiyerarşideki yerimizi, yani statümüzü kabullenmiş, çeşitli sektörlerde işgücü kaynağı olmuşuzdur.
İnsanların köle gibi çalıştırıldığı, sakatlandığı, öldürüldüğü bir düzen, barış olarak adlandırılırken; savaş, küresel kapitalizmin kendisine yeteri kadar kaynak ve pazar açmayan bir ülkeye “demokrasi götürmek” ve “barışı sağlamak” bahanesiyle askeri müdahalede bulunması olarak adlandırılır.
Bazılarımız madende çalışırız. Yerin metrelerce altında, ihtiyaçlarını asla karşılayamayacağımız sisteme kömür çıkartırız. Gaz ölçüm cihazları hep bozuktur, hiçbir cihaz ölçemez gazın seviyesini. Patladığında grizu, göçük altında kalırız. Bazılarımız tersanelerde vasıfsız işçiyizdir. O kadar vasıfsızızdır ki, kum torbasıyla denenmesi gereken filikaların ağırlığı biz oluruz. Bazılarımız, inşaattayızdır, sitekent ya da AVM yapımlarında çalışırız. Eğer gün boyunca iskeleden düşmez isek, akşam uyurken barakaların yanmasıyla ölümle karşı karşıya kalırız. Bazılarımız ise, tekstil atölyelerinde çalışırız. O dönemki sezon malını yetiştirmek için, belki günlerce atölyeden çıkmayız. Yapılmaması gereken tüm uygulamaları, iş yetişsin diye söylenen her şeyi sorgulamadan yaparız. Kumdan tasarruf etmek için camları, kapıları bantlanmış, kum tozundan gözün gözü görmeyeceği odalarda kotları beyazlatırız. Ama aslında yaşamlarımızı karartırız. Ciğerlerimiz kumla dolar, ve biz artık yaşayan birer ölü oluruz.
İşte kapitalizmin barışını yaşayan bizlerin, birer sayıya dönüştüğü istatistikler de şöyledir: Türkiye’de 2011 yılında, birçok farklı iş sektöründe yaşanan 641 ölüm, 688 ağır yaralanma ve 2166 yaralanma vakasıyla kapitalizm, savaş zamanlarını aratmayacak şekilde yıkımlara imza attı. Günde ortalama 172 iş kazası olurken; 2 işçi öldürüldü, 6 işçi de iş görmez hale geldi. 2012’nin Ocak ayında 62, Şubat ayında 42, Mart ayında 58, Nisan ayında 75 işçi öldürüldü. Barış zamanında kapitalizm yaklaşık 12 bin adet süpermarketi ve 278 AVM’siyle yaşamlarımızdaki ihtiyaçlarımızı belirliyor. 2011 yılında 88 maden işçisi, AVM inşaatlarında ise 148 işçi öldürüldü. HES inşaatlarında ise 26 işçi, enerji sektöründe ise 54 işçi öldürüldü.
Yaklaşık bir yıl içerisinde bu sıkıştırılmış yaşamlarımızdaki trafik keşmekeşinde ortalama 1500 kişi yaşamını yitirirken, cep telefonlarıyla çevrilmiş yaşamlarımızda, baz istasyonlarıyla kaplanmış binalarımızda, yine senede 3000 kişi kanserden ölüyor. Metropollerdeki orman arazilerinin oranının her yıl yüzde 10 azalırken, trafiğe çıkan taşıt oranı ise yüzde 80 oranında artmıştır. Kentsel dönüşüm adı altında yapılan yıkımların sosyo-psikolojik tahribatı ise, şu anda ölçülememektedir. Bir yıl boyunca, sosyal ve ekonomik sebeplerden intihar edenlerin sayısı da azımsanmayacak kadar çok: 18000. Betonlarla çevrilmiş ve kapatılmış bizlerin, her geçen gün sosyal ilişkilerimizde zedelenmeler oluşmakta ve bunları tedavi etmek için psikiyatristlerden aldığımız randevu oranlarında %800’e varan bir artış bulunmaktadır. Bu artış, bu tedavinin bir parçası olan psikolojik ilaç sektöründe de aynı katsayıyla artış göstermektedir. İlköğretim ve liselerdeki şiddet olaylarının artışı da, bu çizelgeyle paralel gitmektedir. Kadına yönelik taciz, tecavüz ve şiddetin oranlarının artışı ise aşikardır. Kredi kartı kullanımının artışıyla, kredi kartı borçlarının artışının aynı çizelgede ilerlemesi, tüketim çılgınlığının ulaştığı sonuçtur. Kapitalist kültürün bencillik ve rekabetinin yarattığı egoların, sanal sosyallik ağlarında oluşturduğu yanılsamanın, gerçekliğini bile aşması, bütün bu yaşananlara olan tepkisizliğimizin bir belirtisidir.
Yiterken birer veriye dönüşen bu yaşamlar; devlet için birer istatistik, şirketler içinse imaj zedelenmesidir. Katledilen insanlar, kırsal ve kentsel talanlar, yoksulluk ve yoksunluk, zamlar, borçlar, vergiler, sosyal ve ekolojik ötekileştirmeyle kapitalizm, barış döneminde de savaş döneminde olduğu gibi yaşamlarımızı yok etmeyi sürdürüyor.