WikiLeaks çağında terbiye
RadikalWikiLeaks’ten sızan diplomatik yazışmalardan birinde Putin ve Medvedev Batman ve Robin’le kıyaslanıyor. WikiLeaks’in kurucusu Julian Assange’ın Christopher Nolan’ın Kara Şövalye (The Dark Knight, 2008) filmindeki Joker’in gerçek hayattaki muadili olduğu kabulüyle ilerlersek, bu kıyaslama faydalı bir analoji sunuyor. Filmin takıntılı yasa koyucu bölge başsavcısı Harvey Dent, bizzat yolsuzluğa batmış ve cinayetler işleyen biri olması sebebiyle Batman tarafından öldürülür. Batman ve polis şefi dostu Gordon, Dent’in işlediği cinayetlerin ortaya çıkmasının, kentin ahlaki değerlerini sarsıntıya uğratacağı düşüncesiyle savcının imajını korumak adına cinayetlerden Batman’i sorumlu tutmaya karar verirler. Altta yatan mesaj kamusal etiğin korunması gerekliliğini sağlayabilecek yegane şeyin yalan olduğudur: sadece yalan bizi kurtarabilir. Şüphesiz filmde hakikate dair tek kahraman, had safhada kötülüğüne rağmen Joker’dir. Gotham şehrine yönelik saldırılarına son vermesinin önkoşulu, Batman’in maskesini çıkarıp gerçek kimliğini göstermesidir. Ancak bu gizliliği ve Batman’i korumak isteyen Dent basına başka bir yalan sunar: Batman Dent’tir. Joker’i tuzağa düşürmek isteyen Gordon ise kendi ölümünü yem gibi kullanarak bir başka yalan söyler.
Sosyal düzeni yok etmenin hakikati açığa çıkarmaktan geçtiğine inanan Joker maskelerden arınmak ister. Bu durumda ona ne demeliyiz? Terörist mi? Kara Şövalye, Vahşi Batı’yı medenileştirmek için hakikati yalana kurban eden Fort Apache (1948, John Ford) ve The Man Who Shot Liberty Valance (1962, John Ford) gibi klasik westernlerin çağdaş, etkili bir örneği. Bir kez daha söylemek gerekirse, medeniyet yalanın üzerine inşa edilmek zorunda. Filmin ulaştığı geniş kitle ve etkisi göz önüne alındığında sorulması gereken esas soru şu: Neden, tam da bu anda, sosyal sistemi korumak adına yalana duyulan ihtiyaç diriliyor?
Öte yandan Leo Strauss’un tekrar revaçta olmasını düşünelim: günümüzde yaygın kabul gören siyasi düşünce yapısı, seçkinci demokrasi yorumunda, bir başka deyişle “gerekli yalan” fikrinin ardında yatıyor. Kural koyucu seçkinler, şeylerin gerçek halleri hakkında gerekli bilgiye sahip olup (gücün materyalist mantığı) insanlara, kutsanmış masumiyetlerini korumak adına masallar anlatmalı. Strauss’a göre Sokrates itham edildiği suçu işlemişti: felsefe, toplum için bir tehdittir. Platon’dan Hobbes ve Locke’a “büyük felsefe geleneği”nin sakladığı gerçek gizli mesaj şuydu: Tanrılar yoktur, ahlak bir önyargıdan ibarettir ve toplumun kökü doğada değildir.
Gizli ‘iyiler’ grubu
Şimdiye kadar WikiLeaks hikayesi, WikiLeaks ile ABD arasındaki bir çatışma olarak sunuldu. ABD’nin gizli resmi belgelerini bilgi edinme özgürlüğünü destekleyen bir eylem mahiyetinde yayınlamak gerçekten bu amaca mı hizmet ediyor, yoksa durağan uluslararası ilişkilere terörist bir müdahale ile mi karşı karşıyayız? Peki ya asıl mesele bu değilse? Ya can alıcı ideolojik ve politik savaş bizzat Wikileaks’le içinde süregidiyorsa; gizli devlet belgelerini yayımlamak gibi radikal bir eylemle bu eylemin hegemonik ideolojik-politik alanda diğerleriyle, diğerleri tarafından ya da bizzat WikiLeaks olarak ne şekilde yeniden-yazıldığıyla ilgiliyse?
Bu yeniden-yazma meselesi “kurumsal gizli anlaşma”nın, yani WikiLeaks’in beş büyük gazeteyle istedikleri belgeleri yayımlamaları doğrultusunda yaptığı anlaşmanın öncelikli derdi değil. Çok daha önemli olan WikiLeaks’in komplocu yöntemi: ABD’de cisimleşen “kötü”ye saldıran gizli bir “iyiler” grubu. Meselelere bu biçimde bakacak olursak, düşmanın, kamuyu manipüle etmelerinin yanı sıra kendi çıkarlarını korumak adına müttefiklerini aşağılamaktan sakınmamak suretiyle hakikati saklayan ABD diplomatları olduğu açık. Zirvedeki kötü adamların elindeki ‘Güç’, bize nasıl çalışmamız, düşünmemiz ve tüketmemiz gerektiğini söyleyen; toplumsal yapının tamamına nüfuz eden bir şey olarak anlaşılmıyor. Mastercard, Visa, PayPal ve Bank of America güçlerini kendisine karşı birleştirdiğinde, WikiLeaks gücün dağılmışlığını bizzat tecrübe etti. Komplocu yöntemle iştigal edenin ödediği bedel, bu mantığa göre belirlenecektir. (WikiLeaks’in arkasında gerçekte kimin olduğuna dair –CIA mı?- teoriler hiç şaşırtıcı değil.)
Kutsal demokratik devlet
Komplocu yöntem bariz karşıtıyla; ‘bilginin özgür akışı’ ve ‘vatandaşların bilgi edinme hakkı’nın şanlı tarihinde ayrıksı bir sayfa açan Wikileaks’in liberal tasarrufuyla hayata geçiriliyor. Bu bakış açısı WikiLeaks’i ‘araştırmacı gazeteciliğin’ radikal bir vakasına indirgiyor.
Hüküm süren ideolojinin esas güç gösterisi, güçlü eleştiri gibi görünen şeye izin vermesi. Günümüzde anti-kapitalizmden yana kıtlık yok. Aksine kapitalizmi kitaplarda, derinlemesine araştırmacı gazetecilik örneklerinde ve çevremizi hoyratça kirleten şirketleri, bankaları halkın parasıyla kurtarılırken şişkin ikramiyeler almaya devam eden yozlaşmış bankacıları, çocukların köle misali çalıştığı tekstil atölyelerini gösteren televizyon belgesellerinde tekrar tekrar olanca vahşetiyle görüyoruz. Ama işte zurnanın zırt dediği yer de burası: tüm bu eleştirilerde sorgulanmayan şey, bu ihlallere-aşırılıklara karşı mücadelenin oturtulduğu demokratik-liberal çerçeve. (Açık ya da üstü örtülü) amaç kapitalizmi demokratikleştirmek, demokratik denetimi medya baskısı, parlamenter sistem, daha katı kanunlar, dürüst polis soruşturmaları vs üzerinden ekonomiyi genişletmek. Fakat (burjuva) demokratik devletin kurumsal yapısı asla sorgulanmıyor. En radikal “etik anti-kapitalist” eylem biçimlerinde bile (Porto Allegre forumu, Seattle hareketi vb.) bu kutsallık sorgulanmadan kalıyor.
Hedef iktidarın ta kendisi
WikiLeaks aynı şekilde görülemez. Onun yaptıklarında başından beri liberalizmin bilginin serbest dolaşımı mefhumunun ötesine geçen bir şeyler var. Bu ‘öteye geçişi’ içerik düzeyinde aramamalıyız. WikiLeaks ifşaatlarıyla ilgili yegane şaşırtıcı şey, hiç şaşırtıcı olmamaları. Tam da öğrenmeyi beklediğimiz şeyleri öğrenmedik mi? Asıl rahatsızlık görünümler düzeyindeydi: artık herkesin bildiğini bilmediğimiz numarasına yatamayız. Bu kamusal alanın paradoksudur: nahoş bir hakikati herkes bilse bile uluorta söylemek her şeyi değiştirir. Bolşevik hükümetin 1918’de aldığı ilk tedbirlerden birisi, Çarlık döneminin külliyatını, gizli diplomatik belgelerini, anlaşmalarını, halkı bağlayan kararların arka planını kamuya açmak olmuştu. Burada da hedef, resmi iktidar aygıtlarının bütün işleyişiydi.
İşte WikiLeaks’in tehdit ettiği şey, iktidarın bu resmi işleyişi. Buradaki gerçek hedefler kirli detaylar ve onlardan sorumlu olan bireyler değildi; diğer bir deyişle, iktidarda olanlar değil, iktidarın ta kendisi, onun yapısıydı. Şunu unutmayalım: iktidar sadece kurumları ve onların kurallarını değil, ona meydan okumanın meşru (‘normal’) yollarını da kapsar (bağımsız basın, sivil toplum örgütleri vs.)
WikiLeaks’in ifşaatlarının hedefi sadece iktidardakileri zor durumda bırakmak değil, kendimizi temsili demokrasinin sınırlarının ötesine geçebilecek farklı bir iktidar işleyişini hayata geçirmek yönünde seferber etmemiz noktasında bize yol göstermekti.
Bununla birlikte, gizli olanı tepeden tırnağa ifşa etmenin bizi özgürleştireceğini sanmak da hatadır. Öncül yanlış. Hakikat özgürleştirir, evet, fakat o hakikat bu hakikat değil. Elbette görünüşte olana, resmi belgelere güvenilemez, fakat bu görünüşün arkasında paylaşılan dedikoduda da hakikati bulamayız. Görünüm, kamuoyunun karşısına çıkan suret asla basit bir ikiyüzlülük değildir. Bize sık sık mahremiyetin yitmekte olduğu, en mahrem sırların kamuoyunun tetkikine açıldığı söylenir. Fakat gerçek tam tersidir: aslında yitmekte olan, kamusal alan ve o alana eşlik eden haysiyettir. Günlük hayatlarımız eksik bırakılan sözlerle dolup taşmaktadır ve yapılması gereken doğru şey de budur. Delphine Seyrig ‘Baisers Voles’te genç sevgilisine nezaket ile incelik arasındaki farkı izah eder: “Tut ki kazara bir kadının duşun altında çırılçıplak olduğu bir banyoya giriyorsun. Nezaket hemen kapıyı kapatıp, ‘Pardon Madam!’ demeni gerektirir; incelik ise hemen kapıyı kapatıp, ‘Pardon Mösyö!’ demeyi.” İnsanın, duşun altındaki insanın gerçek cinsiyetini ayırt edecek kadarını bile görmediği numarası yaparak gerçek inceliği sergilediği nokta ancak ikincisidir.
Solun centilmenleri
Siyasette inceliğin şahikası olan örneklerden biri, Portekiz Komünist Partisi lideri Alvaro Cunhal ile 1974’te Salazar rejimini deviren darbenin müsebbibi olan askeri gruplaşmanın demokrasi yanlısı üyesi Ernesto Melo Antunes arasındaki gizli görüşmedir. Vaziyet son derece gergindi: bir tarafta Komünist Parti gerçek sosyalist devrimi başlatıp fabrikaları ve toprakları ele geçirmeye hazırdı (silahlar halka çoktan dağıtılmıştı); diğer yanda muhafazakarlar ve liberaller devrimi, ordunun müdahalesi de dahil, hangi yolla olursa olsun durdurmaya niyetliydi. Antunes ve Cunhal, adını koymadıkları bir anlaşma yaptı: aralarında bir anlaşma falan yoktu aslında (mevcut koşullar karşısında tek yapabildikleri anlaşamamaktı), fakat görüşmeden Komünistlerin devrimi başlatmayarak ‘normal’ bir demokratik devletin zuhuruna imkan vermesi ve sosyalizm karşıtı ordunun da Komünist Parti’yi yasadışı ilan etmeyip demokratik süreçte kilit bir unsur olarak kabul etmesi yönünde bir uzlaşmayla ayrıldılar. Bu gizli görüşmenin Portekiz’i iç savaştan kurtardığı iddia edilebilir. Ve anlaşmanın failleri geçmişe dönüp baktıklarında da sağduyularını sürdürdüler. Gazeteci bir dostum görüşmeyi sorduğunda Cunhal ancak Antunes inkar etmediği takdirde anlaşmanın olduğunu doğrulayacağını söyledi – Antunes inkar ettiği takdirde, anlaşma falan yok demekti. Velhasıl inkar etmeyerek Cunhal’ın şartını yerine getirmiş ve dolaylı olarak teyit etmiş oldu. Solun centilmenleri siyasette böyle davranır.
Olayları bugünden bakıp yeniden kurduğumuz kadarıyla, Küba Füze Krizi’nin mutlu sonla bitmesi de incelik yoluyla, numaradan görmezden gelmenin nazik ritüelleriyle halledilmiş gibi görünüyor. Kennedy’nin parlak fikri, bir mektubun gelmediği numarası yapmasıydı; ancak gönderenin de (Kruşçev) ayak uydurması sebebiyle işe yarayan bir savaş hilesiydi bu. Her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğu böyle anlarda görünümler, nezaket, ‘oyun oynandığına’ dair farkındalık her zamankinden daha önemlidir.
Ne var ki bu hikayenin sadece tek ve yanlış yöne götüren tarafı. İnsanın görünümlerin dağılmasını kışkırtma riskini almak zorunda kaldığı anlar vardır. Böyle bir an 1843’te genç Marx tarafından da anlatılır. “Hegel’in Hukuk Felsefesi Eleştirisine Katkı” kitabında Marx Alman eski rejiminin 1830’lar ve 1840’lardaki çürümesini, Fransız eski rejiminin trajik çöküşünün abuk bir tekrarı olarak tanımlar. Fransız rejimi “kendi haklılığına inandığı ve inanmak zorunda olduğu sürece” trajikti. Alman rejimi ise “sadece kendisine inandığını hayal ediyor ve dünyadan da aynı şeye inanmasını talep ediyordu. “Modern eski rejim daha ziyade gerçek kahramanları ölmüş olan bir dünya düzeninin komedyeninden ibarettir.” Böyle bir durumda utanç bir silahtır: “Fiili baskı, ona baskı bilinci ilave edilerek ağırlaştırılamalı, utanç, herkesin gözü önüne serilerek daha da utanç verici kılınmalıdır.”
İşte bugün durumumuz tam da bu: temsilcileri sadece kendi demokrasi, insan hakları vs fikirlerine inandıklarını hayal eden bir küresel düzenin arsız kinizmiyle yüz yüzeyiz. WikiLeaks’in ifşaatları gibi eylemler yoluyla utanç (bu tür bir iktidarın tepemizde olmasına katlanmaktan kaynaklı utancımız), daha fazla ortaya dökülmek suretiyle daha da utanç verici hale geliyor. ABD laik demokrasi getirmek için Irak’a müdahale ettiğinde ve sonuç dini köktenciliğin güçlenmesi ve çok daha kuvvetli bir İran olduğunda, bu samimi bir temsilcinin trajik hatası değil, kendi oyununda yenilen hilekarın marifeti oluyor. (London Review of Books)
Slavoj Zizek
Dünyanın en önemli sosyolog, filozof ve yazarlarından Slavoj Zizek, popüler kültürü yeniden okumalarıyla ünlü. Politika, ideoloji, postmodernizm gibi konuların yanı sıra sinemaya da özel ilgi duyan 52 yaşındaki filozof, Ljubljana Üniversitesi’nde ders veriyor. Ayrıca dünyanın pek çok üniversitesinde de misafir profesörlük yapıyor.