Referanduma Dair 2

referandumadair2

Kazanıp kaybetmeye dair;

Yaklaşık son üç seçimdir, seçmen sayısının altıda biri seçimlere katılmıyor. Bu da bize referanduma katılacak yaklaşık 60.000.000 seçmenden 10.000.000’unun oy kullanmayacağını gösteriyor. 50.000.000 seçmenin 25.000.001 seçmeni ya evet ya da hayır oyu kullanacak. Bu 1 seçmenlik fark ile 24.999.999 seçmen kaybetmiş olacak. İşte bu sistemde kazanmak da kaybetmek de bu kadar kolay.

Araştırma şirketleri evet ve hayır arasındaki farkın %1’den hatta %0,5 puandan bile az olduğunu söylüyor. 16 Nisan’da yarım puanlık farkla kim kazanacak, kim kaybedecek?

Kim kazanırsa, kim kaybederse;

Evetçiler kaybetme ihtimalini düşünmüyor. Evetçiler iktidar olmanın rahatlığını yaşıyor. Sokak ve meydan propagandasında üstünlüğüne güveniyor; çünkü bu üstünlüğü kendileri yaratıyor. Hayır kampanyalarını yerellerde militan partizanlarıyla, genelde ise zabıta ve polisiyle yani kolluk kuvvetleriyle engelliyor. Yandaş medyasında çocuk programından magazin programına, dizi filminden sinema filmine, haberlerden tartışma-yorum programlarına evet propagandası yapılırken;karşıt medyada çekingen evet eleştirilerine paralel hayır da çekinilerek övülüyor. Evetçiler, kampanya süresince kurdukları bu “adaletsiz” uygulamaların yarattığı rahatlıktan öte seçim günü “olağanüstü” uygulamalarla oyları, sandıkları ve seçim sonuçlarını “koruyacağını” da biliyor.

Evetçiler için en olumsuz sonuçta bile iç ya da dış bir savaşı başlatarak ya da süren bir savaşı yükselterek yeni bir referandum yapabilecek olmanın rahatlığı da var. İstediği milletvekili sayısını almadığı için 7 Haziran seçimlerinin yerine 1 Kasım seçimlerini yapan ve istediğini alan AKP, bu tekrarlama tekniğini deneyimlemişti.

Evetçiler kaybederlerse;

Evetçiler tüm bu “ne olursa olsun kaybetmeme” ihtimallerine rağmen yine de kaybederlerse, moral motivasyon olarak kaybetmiş olurlar. Bu kaybediş kendi kitlesindeki meşruluğunu da kaybetmesidir ve bu evetçilerin sonudur.

Hayır kazanırsa, muhalefet yazdığımız “kaybetse de kaybetmeme” hamlesini oynatmamak için çeşitli manevralar yapacaktır. Erken seçimleri gündem ederek, seçimler sürecinde benzer bir kazanım yaşamak isteyecektir. Moral motivasyon üstünlüğünü kazanan muhalefet bunu sokaktan meydanlara ve meclise taşıyarak üstünlüğü kaybetmemeye çalışacaktır.

Hayırcılar kaybetme ihtimalini düşünüyorlar, çünkü alışkınlar. Bu alışkanlık içinde bir kaybetme tahammülsüzlüğü de taşıyor. Olağanüstü bir süreçte şekillenen kampanya süresince yaşanan adaletsizlikler ve seçim günü yaşanacak adaletsizlikler, bu tahammülsüzlüğü artıracaktır. Böylesi tahammülsüzlükler ya toplumsal bir isyanla ya da toplumsal bir sinmeyle sonuçlanır. Bunu, -evetçilerin bu sonuçları öngördüğünü- alakalı alakasız kişilerin “Şöyle yaparız böyle yaparız, kılıçtan geçiririz… Şeriata uygun, uygun değil” gibi demeçlerinden anlıyoruz. Aslında OHAL’le sindirdikleri toplumdan bir isyan beklemiyorlar olsa da, olasılıklar içinde isyan da var. Özellikle OHAL’le sinmiş bu toplumun, 16 Nisan’da katılacağı referandumun muhalefet tarafından var olma var olmamaya indirgenmiş olması, olası kaybetme ihtimalinde iktidarca istenilen sinmenin etkisini yükseltecektir. Sinme, kim-
liksel bazı karşı koyuşlarla kırılmak istenecek; Kürt ve Alevi halklarının ve devrimcilerin senelerce süren OHAL deneyimleri, OHAL’lere rağmen karşı koyuş refleksleri, artan sinme etkisini belki azaltacaktır. Ama bu süreçte bu karşı koyuşun yeterli olup olamayacağı tartışmalıdır.

Kaybetmemek için, Kazanmak için;

Parlamento içindeki muhalefet için kazanmak ve kaybetmenin tek bir anlamı vardır. Bu da seçimleri kaybetmek ya da kazanmaktır. Parlamenter muhalefetin amacı budur. Referandumun genel ya da yerel seçimlerden ayrıymış gibi anlaşılması bir yanılgıdır. Çünkü bu referandumda da olduğu gibi her referandumda, taraflar diğer seçimlerin taraflarıdır. Parlamenter muhalefetin her seçimi topluma, toplumdaki kendi seçmenine var olma var olmama ikileminde sunması olağandır. Olağan olmayan, devrimci muhalefetin bu “var olma-olmama” ikilemini topluma sunmasıdır. İddiası devrim olan devrimci kurum ve bireylerin böylesi bir ikilemi bir kampanya aracı olarak kullanması, aracın amaca dönüştürülmesi tartışmasıdır. Araç amaç tartışmasında neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamak içinse, seçim süresince seçim gündemlerinden çok sosyalizm propagandasının yapılıp yapılmadığını incelemek gerekir. Salt sosyalizm propagandası yapmayan sosyalist örgütlenmeler ise parlamento içinde “koltuk kapmaya” çalışmakla suçlanırlar. Tarihte bu tartışma sosyalist örgütlenmelerde demokrat ve devrimci sıfatlarının yanı sıra seviyeli seviyesiz sıfatların kullanımıyla aşılmıştır.

Anarşizm içinse böylesi tartışmalar olmamıştır. Anarşistler ilkesel olarak iktidarlı ilişkiler kurmazlar. Bir başkasının, toplumun, yönetimin otoriter davranışına karşı koymak, bir başkasına otoriter davranmamakla başlayacaktır. Otoriter ilişkileri yıkıp özgür ilişkiler yaratmaksa bir başka anarşist ilkedir. Toplumun yönetimsel ilişkilerinde yöneten yönetilen sıfatlarına karşı koyuş, bireyin iradesini bir başka bireye ya da topluluğa tesliminin reddedişi, her anarşist için bir amaçtır. Ve bu reddedişin politik karşılığı seçimlere katılmamaktır. Yani ilkesel bir reddediştir seçimlere katılmamak. Anarşistler seçimleri sosyalistler gibi bir araç olarak kullanamazlar. Böylesi bir kullanım özgürlükçü ilişkiler yaratmak için yıkması gerektiği otoriteyi bir araç olarak kullanmasına denktir. Anarşistler için ilke tartışmasız dogmalara değil, tartışabilir deneyimlere dayanan düşüncedir.

Amacı koltuğu kapmak olan parlamenter muhalefetle sosyalist muhalefet arasında iktidarı kazanmak açısından bir benzerlik vardır. Anarşistler ise iktidarı kazanmak değil; iktidarsız bir dünyayı yaratmak için iktidarı yıkmayı isterler. Kazanmak ve kaybetmek gitgeli içinde “16 Nisan Referandumu” şimdi tüm taraflarınca topluma var olmak var olmamak şiarıyla sunuluyor. Yaklaşık 15 yıldır, adalet ve özgürlük için toplumun örgütlenmesi, AKP karşıtlığıyla şekillendiriliyor. Her seçim sürecinde yeniden yükselen sonra düşüş yaşayan toplumsal muhalefetin geçirdiği en olumlu günler, Taksim İsyanı günleriydi. Bu günlerin öncesindeyse yasaklanan 1 Mayıs’lar, 8 Mart’lar, Newrozlar, ekoloji direnişleri, tersane ve fabrika direnişleri, birer birer örgütlenen lise ve üniversite eylemlerinin ayrı ayrı önemi vardı. Rojava’da stratejik önemi olan Kobanê sürecinin değeri ise en az Taksim kadardı. Bütün bu süreçlerde kurumlarla kurulan devrimci dayanışmalarda; parçası olduğumuz platformlarda; açıklamaların, eylemlerin, direnişlerin, isyanların AKP karşıtlığına sıkıştırılmamasını savunuyor, tartışıyorduk. Savunumuz, toplumumuzun yaşadığı haksızlıkların ve tutsaklıkların kaynağı olan ezen ezilen çelişkisinin AKP karşıtlığıyla yadsınmasıydı. Popülarite merkezli, niceliğin önemsendiği dolayısıyla niteliğin önemsenmediği bir muhalefet yapısıydı bu. Bu demokrat devrimci muhalefet yapısı, her seçimde yaptığı gibi, parlamenter muhalefetle beraber yine AKP karşıtlığı yapıyor. Referandum sürecinde de bu denklemin ortaya çıkardığı bir “var olmak ve olmamak” ikilemindeyiz. Bu muhalefet belki de bu referandumda kazanacak. Ama bu kazanım ezen ezilen çelişkisinde ezilen halkların, işçilerin, kadınların, LGBTİ’lerin, gençlerin, derenin, ağacın, hayvanın kazanımı olmayacak. Ezilenler için kazanmak, bir seçimin kazanılması olamaz.

Şimdi 25.000.001 seçmenin kullanacağı oy, anayasa değişikliği için yapılan referandumda kazanacak. Ve 24.999.999 seçmenin kullanacağı oy kaybedecek.

Şimdi sayısal bir soru sormalıyız kendimize; %50’nin üzeri hep kazanır mı? 60.000.000 seçmenin 10.000.000’u değil de 35.000.000’u referanduma katılmasaydı, referanduma katılan 25.000.000’un tamamı evet oyu vermiş olsaydı, “evet” %100 ile kazanmış olacaktı. Bu referanduma katılma oranlarıyla, “evet”in kazanması meşru olur muydu?

Adaleti ve özgürlüğü kaybetmemek devrimi kazanmak için; seçimin 1 sayısı değil, devrimin bir bireyi olmak için; Yaşasın Devrim Yaşasın Anarşizm.

 

Devrimci Anarşist Faaliyet

Bildiriler