Söyleyin HACER’İ kim yaktı?
19 Aralık devlettir…
Hacer,19 Aralık “Hayata Dönüş” operasyonu sonrası, yanmış bedeniyle hafızalarımıza kazındı. Öyle bir kazındı ki Devletin gerçek yüzünü Hacer’in yüzünde gördük. Aradan tam on yıl geçti. Geçen on yıla rağmen ne Hacer yıldı direnmekten, ne de Hacer gibiler…
‘Yandım. Beni yaktılar. Beni devlet yaktı. Devletin can ve mal güvenliğimi en çok sağlaması gerektiği bir yerde yakıldım; cezaevinde. Arkadaşlarımı öldürdüler, yaka yaka, kurşunla öldürdüler. Neyle yandığımı hâlâ bilmiyorum. Ateş değildi bedenimi yakan. Eridim, eritildim, erimiş arkadaşımın cesedinin üzerine bastım. Ben de onla eriyecektim, bir arkadaşım çekip kurtardı, yanmayı göze alarak, o da yandı. Ben kim miyim? Ben Hacer Arıkan. Yıllar önce, bundan tam on yıl önce, 19 Aralık’ta televizyonlara düşen, yanmış bedeni sedyede taşınan kadın vardı ya, işte o benim. Hayır, ben bundan fazlasıyım. Birinin çocuğuyum, kardeşim, arkadaşım, insanım, insanım, insanım. Beni ve insanlığı 19 Aralık’ta yaktılar.
Size kim olduğumu anlatacaktım, yine dağıldım değil mi? Durun toparlayayım. Balıkesir Gönen’de doğdum. Yıl, 1966. Çiftçi bir ailenin çocuğuyum. Okumayı öyle çok seviyordum ki beş yaşımda okula gideceğim diye tutturdum, gittim de. Başarılıydım. İtiraf ediyorum, kardeşlerim arasında abim Erdal’ı ayrı severim, o yüzden onun düşüncelerine, inançlarına da hep çok önem verdim. Solla işte böyle tanıştım. Ülkemde insanlar eziliyor, diyordu abim. Baktım gerçekten öyle. Sonra 1980’de abimi aldılar benden, cezaevine koydular. Ziyaretine her gidişimde bahsettiği haksızlığı daha iyi gördüm, şiddeti de. Üniversiteye, Ankara’ya gittim, Gazi Üniversitesi’ne bağlı mesleki eğitim fakültesinde okudum. Eskişehir’de giyim öğretmenliği yaptım. En iyisi yılları hızla atlayıp 1992’ye, beni size konuşturan olaylar zincirinin başına geleyim. 92’de Devrimci Sol’a yönelik bir operasyonda gözaltına alındım, davam hâlâ devam ettiğinden çok şey anlatamam bununla ilgili. Müebbet aldığımı, davamın Yargıtay’da olduğunu bilin yeter. Cezaevine girinceye kadar eyleme katılmışlığım yoktu desem yeridir. Sadece bir kere yasal bir mitinge gittim, 89’daki “Açlığa ve Yoksulluğa Paydos” mitingine. Neyse, on gün Gayrettepe’de tutuldum, işkenceyle de o zaman tanıştım. On gün iş göremez raporu aldım, ancak işkencecilerle ilgili işlem yapılmadı. Tutuklanıp cezaevine yollandım, Bayrampaşa’ya. 45 kişilik koğuşta 90 kadın kalıyorduk. 94’te bir açlık grevi yapıldı. 2000’de bizi diri diri yakacakları koğuşları o zaman talep ettik. Verdiler: C1, C2, C3. Ben C1’deydim. Toplu yaşamımız için kendimize ait kurallar koymuştuk. Her gün bir nöbetçi bakardı koğuşun ihtiyaçlarına; yemek hazırlamak, tuvalet temizliği… Şiir, tiyatro, koro çalışmaları yapar, zaman geçirmeye çalışırdık. Okurduk, ben yine çok okurdum. Sonra F tipleri dediler, boy boy çıkan reklam haberlerinin ardındaki gerçeği, tecriti ve izolasyonu biliyorduk. Düşünsenize, şubede gördüğüm işkenceden dolayı koğuşa getirildiğimde kollarım tutmuyordu, yemeklerimi arkadaşlar yedirdi. F tipinde olsam ne olurdu? Sadece bunu düşünmek bile F tiplerine karşı gelmeyi gerektiriyordu, geldik. Ölüm oruçları başladı, güçlü bir irade gerektiriyordu. Ben açlık grevi yaptım. Abim Erdal, Bursa Cezaevi’nde ölüm orucundaydı. Söylemeyi unuttum değil mi, 92’de gözaltına yalnız ben alınmadım, abim Erdal ve kardeşim Erol da alındı. Erol benimle Bayrampaşa’daydı.
Gazetelerde, iktidarı ele geçirecek kadar gücümüz varmış gibi haberler çıkınca, bizim için işlerin olumlu gitmediğini anladık. Görüşmeler sürüyordu, Bayrampaşa’ya heyetin biri giriyor, biri çıkıyordu. 18 Aralık’ı 19’una bağlayan gece heyet içerideyken kardeşim Erol’la koridorda konuştuk. Operasyon olabileceğini söyledi. Ümraniye Cezaevi’ndeki operasyonu da yaşamıştı. Yaralanmıştı. Ona nasıl da emin, “Asker erkekler koğuşuna saldırır, biz kadınız, ancak sevk sırasında bize müdahale olur” demiştim. Yanılmıştım. Ayrıldık. Yattım. Ne kadar geçti bilmiyorum ama kısaydı. Silah sesleriyle kendime geldim. Aklıma ilk Erol geldi. Operasyon olduğunda birbirimizi korumak gibi bir kararımız vardı. Erol’un koğuşundan çıkıp benim koğuşa gelmeye çalışırken vurulduğunu, arkadaşlarının son koğuşa kadar taşıyıp hayatını kurtardıklarını sonradan öğrendim.
Koğuşa çeşit çeşit, irili ufaklı, yuvarlak, beşgen bombalar yağıyordu. Elimize sardığımız bezlerle kırdığımız camdan dışarı atıyorduk bombaları. Oysa nafile, dışarısı kendini havalandırmaya yetmeyen, ufacık bir havalandırmaydı, yine içeri doluyordu. Kurşunlar da.
Koğuşun içi nefes alınmaz haldeydi, istemsiz hareketler başladı, çığlıklar, yaşamla ölüm arasındaydık, ben keşke ölsem demeye başlamıştım. Arkadaşlar, çıkıyoruz, dediler. Çıkmak da şu; merdivenlerden yemekhaneye ineceğiz, sonra da havalandırmaya. O alev topları da işte tam o sırada atıldı, hem de çıkış noktamızda açılan deliklerden. Yatak tutuştu. Tavandan hortumla bir şey bırakıldı. Gündüz 12’ydi, ama gece gibi karanlık oldu o madde bırakılınca. Ben gerilerdeydim, çıkarken kalanlara seslendim. Şefinur’u, hani o gün yanarak ölen arkadaşımız, kolundan tutabildim. Nilüfer -evet, onu da öldürdüler- cam kenarında oturuyordu. Bilincimiz gidip geliyordu. Ona sadece şunu söyleyebildim: “Yanarak öleceğiz. Kalk. Koğuştan çıkmamız lazım.” Ancak kolundan çekip çıkaracak gücüm yoktu. O da sadece başını salladı. Otopsi raporlarından onu son gördüğüm yerde, cam kenarında öylece öldüğünü anladım…
Düşünsenize, tek çıkış noktanız var, orası da yanıyor. Oraya giderseniz yanacağınızı biliyorsunuz, ancak seçeneğiniz yok ki. Atılan maddenin içeriğini bilmediğimiz için, 1, 1.5 metrelik mesafeyi geçerim diye düşündüm. Gözlerimi korumak için kapattım. Sonra yumuşak bir şeye bastım. Baktım. Gülsev’in cesediydi, erimişti. Evet, yanıyoruz diyorum ya, öyle giysilerin alev alması filan değil bahsettiğim eridiler, eridik biz. Tam bu esnada kalçama bir darbe aldım, muhtemelen bomba çarpmıştı, yere düştüm, bir daha kalkamadım. Bir arkadaşım yanmayı göze alıp, ateşe atlamasa orada, arkadaşımın cesedi üzerinde ben de eriyecektim. Aslında birbirimizi kurtarmasaydık, orada 27 kadını diri diri yakacaklardı. Havalandırmaya indiğimizde altı arkadaşımızın öldüğünü biliyorduk… Havalandırmada bir su birikintisi gördüm. Etrafı bombalarla doluydu, ancak o kadar yanıyordum ki, su birikintisine kendimi saldım. Düşünün biz 12.30’da yakıldık, 16.30’a kadar tazyikli suya, bombalara maruz kaldık. Saatleri daha sonra öğrendim tabii…
Neyse, acilen hastaneye kaldırılmam gerekirken, sürükleyerek gazino dedikleri bölüme götürdüler, kimlik tespiti yapacaklar. Arkadaşlar dayanamayıp müdahale ettiler de, işlemlerimiz önce yapılıp hastaneye yollandık. Bayrampaşa hastanesinde ilk müdahale yapıldı. Eğer daha önce müdahale edilse çok daha iyi iyileşebilecektim. Cerrahpaşa Hastanesi’ndeyken ayağımdan yatağa zincirliydim hep, görmeyen, yürüyemeyen, yanmış halde bile bir tehlikeydim! Ailem, üç aylık bu süre boyunca hiç yanıma alınmadı, yapayalnızdım. Belki biri olsaydı, beni hareket ettirseydi şimdi ellerimi daha iyi kullanabilirdim. Cerrahpaşa’da kalırken vücudumda yanma hâlâ devam ediyordu. Pansumanda alanın daha da genişlediğini görüyordum. Yüzde 40-45 yanıktım, dördüncü dereceden yanıklarım vardı. Burnumun olmadığını bana iki buçuk ay sonraki ameliyattan sonra söylediler. İlk defa aynaya 4.5 ay sonra baktım. Cezaevinde kalamaz raporuyla dışarı çıktım. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na başvurdum tedavi giderlerim için. Ameliyatlarım Şişli Etfal’in cerrahisinde yapıldı, doktorum hayatımı kurtardı, çünkü insan denecek yüz şekline sahip değildim; burnum, dudaklarım yoktu, alnım yanıktı, saçlarım yoktu. Çocuklar benden çok korkuyorlardı, onlarda travma yaratmamak için dışarı çıkmıyordum. Doktorum silikon burun yaptı da bundan kurtuldum. 2003’te ilk adımlarımı atabildim, şimdi değneksiz de yürüyebiliyorum. Son bir yılda sekiz ameliyat geçirdim, öncekileri sayamadım bile. Almanya’da ve İstanbul’da tedavim devam ediyor. Silikon burnum ömrünü tamamladı, şimdi burnum etten. Aynaya bakıp, milim milim iyileşmelere seviniyorum. Köyde, anne-babamla yaşıyorum. Amatör olarak belgesel çekiyorum. “Karanlıktan Aydınlığa” belgeselim 2006’daki Ankara Uluslararası Film Festivali’nden ödül almıştı. Bir de kitap yazmaya çalışıyorum, 19 Aralık’ı.
Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan röpörtajdan alınmıştır.