29 Ekim: Asimilasyonun, İmhanın, Zorbalığın Yıldönümüdür
İnkâr, imha ve asimilasyon başta olmak üzere, sömürü ve zorbalıkla varlığını sürdüren cumhuriyet devletinin 88.yılına girdik.
Halkın kendi kendisini yönetmesi denilen, 88 yıl önce kurulan cumhuriyet, yine kendisi gibi Osmanlı İmparatorluğu’ndan devir aldığı sömürücü mirası bugüne dek eksiksiz olarak sürdürmektedir. Osmanlı İmparatorluğu yıkılmadan birkaç yıl önce, 1915′te 1,5 milyon Ermeni’yi katleden, hemen birkaç yıl sonrasında, bu mirasın üstüne kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nden bahsediyoruz. Bu yeni devlet anlayışı kendisinden önceki imparatorluktan farksız olarak, katliamcı yüzünü halklara dönmekte gecikmemiş ve başta Kürt halkı olmak üzere, ötekileştirdiği tüm toplumsal unsurlara karşı uygulamaya geçmiştir.1925 Şeyh Said, Ağrı-Koçgiri ve Zilan katliamlarıyla başlayan sistematik inkâr-imha operasyonları,1937-38 Dersim katliamıyla sürmüştür. Dersim katliamının en “manidar” yanıysa, bölgeyi bombardımana tutan uçaklardan birinde, pilot olarak, cumhuriyet devletinin kurucusu olan M.K. Atatürk’ün “manevi kızının” bulunmasıdır. Söz konusu bu kadın pilot, daha sonraları, “ilk kadın Türk pilotu” olarak halka tanıtılacaktır. Oysa yıllar sonra ortaya çıkan gerçek , “ilk Türk kadın pilotu” olan Sabiha Gökçen’in, 1915 Ermeni soykırımında ailesi yok edilen bir Ermeni kızı olduğu gerçeğidir. Dahası, Dersim halkını bombardımana tutarak katlettiğinden dolayı da bir pilottan öte, bir katile dönüştürülmüş, adına ‘cumhuriyet’ denilen rejim tarafından tarihin katliamcı mirasının bir yansıması olarak hafızalarımıza kazınmıştır.
Cumhuriyet Türkiye’si yönetim modeli olarak halkın önüne, kendisinden önceki padişah-sultanın babadan oğul’a geçen saltanat yönetimine dayalı devlet aygıtına sahip Osmanlı İmparatorluğundan farklı olarak, cumhuriyet sistemini koymuştur. Cumhuriyet yönetimi ise, bize ilkokuldan beridir,”halkın kendi kendisini yönetmesi” olarak sunulmuştur. Bu resmi tarih öğretisine göre, babadan oğula geçen saltanat sistemiyle halka zulmeden padişahın yerine, “halkın kendi kendisini yönettiği” cumhuriyet Türkiye’si ve “demokrasisi” vardır. Gerçekten de cumhuriyet, bize öğretildiği gibi “halkın kendi kendisini yönetmesi” midir? Halk eğer gerçekten de “kendi kendisini yönetebiliyorsa” yukarıda saydığımız katliamlar neden oldu ve hala olmaktadır? Ya da neden halkın ezici bir çoğunluğu yoksulluk altında yaşarken, birileri, o çoğunluğun sırtından kazandıkları servetlerinin keyfini sürmektedir?
Cumhuriyet devletini kuran M.K. Atatürk’ün kurmuş olduğu CHP’nin tek parti diktatörlüğü ve söz konusu tek parti sisteminin sona erdiği 1950 yılından itibaren “temsili demokrasiye” dayalı seçim sistemi, cumhuriyet, yani “halkın kendi kendisini yönetmesi” yalanının sürmesini sağlamayı amaçlayan düzmece senaryolardan başka bir şey değildir. Devletin, kapitalizmin ve sömürücü sınıfların ihtiyaçları doğrultusunda, belirli periyotlarla düzenlenmiş seçimlerle, kendisine sunulan seçeneklerden birine oy vererek, temsilcilerini parlamentoya gönderdiği bir sistemden, “halkın kendi kendisini yönetmesi” olarak bahsedilemez. Bu olsa olsa, devletin zora, zorbalığa, sömürüye dayalı varlığını sürdürmesini sağlayan ve buna yarayan statükocu bir temsiliyet sistemidir. Bu sistem ise, önümüze,”cumhuriyet, demokrasi, halkın kendi kendisini yönetmesi” gibi sihirli sözcük ve kavramlarla süslenerek konmaktadır .
Bizler, tarihimizden ödünç aldığımız deneyimlerimizden, oldukça iyi biliyoruz ki bir toplumun yani halkın kendisini yönetmesi ancak temsiliyetsiz bir anlayışın zeminlerinde gerçekleştirilebilir. Sömürü ve zorbalığa karşı dururken, kapitalist bir yaşam algısı olan mülkiyeti ve mülkiyetçiliği reddeden Bedreddin ve yoldaşlarından, 1936 İspanyası’nda, önce kapitalizme ve sonrasında da faşist Franco rejimine karşı “özgür toprakları” yaratan İspanya’lı anarşistlerden biliyoruz bunları.
Küresel kapitalist sistemin en önemli devletlerinden olan ABD’nin hemen yanı başında, Chiapas’ta, topraklarına kapitalizmi ve onun yalancı demokrasisini sokmamaya kararlı Zapatista yerlileri, bir kez daha gösteriyor bizlere paylaşma ve dayanışmaya dayalı özgür yaşamların nasıl örgütleneceğini.
Tüm bu deneyimlerin ışığında ve içinde yaşamakta olduğumuz sistemin zihinlerimizi aydınlatıcı “karanlığında”, adına cumhuriyet denen kapitalist devlet aygıtının, aslında halkın kendi kendisini yönetmesinin önündeki en büyük engel olduğunu bir kez daha söyleyebiliriz; Yıkılasın Cumhuriyet…