Sivil Savaş Kampanyası
25 Eylül 2011 tarihli Taraf gazetesinde başlatılan liberal kampanya üzerine:
Taraf gazetesinin 25 Eylül tarihli sayısında, son süreçte yaşanan olaylarla ilgili kendiliğinden gelişen bir tepkiymişçesine tertiplenmiş bir “Sivil Savaş Kampanyası” oluşturulmuştur. Bu kampanyada amaç, Kürt haklının iradesini ve mücadelesini içerden zayıflatmaktır. Devlet ve kapitalizm güdümlü bu çevreler, saldıran değil direnen bir halkın mücadelesini senelerce imha ve inkar politikalarıyla katleden bir devletle eş değerli tutma çabasına girmişlerdir.
Bu eş değerli tutma stratejisi, Kürt halkının özgürlük mücadelesini bir çıkarlar mücadelesi gibi yansıtarak devletle eşleştirmeye çalışmakta, sözde Kürt aydınlarıyla da savaşın Kürt tarafına “benim için öldürme” safsatasıyla seslenerek teslimiyetçi bir barış oluşturma çabasıdır. Bu çabayla, yayınlanan yazılarda mücadele eden Kürt halkının teslimiyeti “barış haykırışlarının” altına saklanmak istenerek “Sivil Savaş Kampanyası” başlatılmıştır.
Bu Sivil Savaş Kampanyasının ilk adımı, 21 Eylül’de Geoaktif Kültür Ve Aktivizm Merkezi tarafından facebook grubu ve internet sitesi yoluyla duyurusu yapılan ve “Öteki Kürtlere Çağrı: Benim Adıma Öldürme” başlıklı çağrı metnidir. İkincisi ise 23 Eylül’de “bir grup Kürt aydını” tarafından bir blogspot sayfasında imzaya açılmış “Kürtlerden PKK’ye Çağrı: Benin İçim Öldürme” başlıklı ironik tarzda yazılmış bir yazı. Taraf gazetesinin “Benim Adıma Kimseyi Öldürme” başlıklı haberi, “birbirinden bağımsız” ancak “isimleri manidar bir şekilde birbirine çok benzer” iki inisiyatifin yaptığı çağrıyı duyuruyordu.
25 EYLÜL’de Taraf gazetesinde editör Ahmet Altan’ın “KÜRTLER KATİLLERİNE BENZEMEZ” başlıklı başyazısı ile bu iki çağrı metni ve Emine Uçak Erdoğan’ın “SER NAVE MIN NEKUJE PKK-BENİM ADIMA ÖLDÜRME PKK” başlıklı romantik bir dille yazılmış yazısı bir konsept dahilinde sunuldu.
Tuba Tekerek’in bu iki inisiyatife ilişkin ‘’Benim Adıma Kimseyi Öldürme’’ başlıklı yazısı genel olarak haber niteliğinde olmasına karşın; konseptin tamamlanmasına yönelik bir haber olması açısından diğer yazılarla birlikte değerlendirilecektir. Dahası haberin sunuluş şekli, adeta tarafını seçiyor. Tekerek, GKAM’de bir araya gelen grubu ifade ederken “herhangi bir politik angajmanı olmayan insanlar” olduklarını özel olarak belirtme ihtiyacını neden hissetti bilinmez ama, “angajman” kelimesinin Türkçede kullanımının olumsuz çağrışımı, Cemal Atilanın “ne BDP’yi ne de solcuları barış konusunda samimi bulmadığını” belirten sözleriyle birlikte ele alındığında, her ikisinin barıştan ne anladığını da ele verir nitelikte.
Belirtmek gerekir ki ne Kürtler ve ne de bu ülkenin devrimcileri barışı talep ederken salt çatışmasızlık ortamını kastediyor. Çatışmasızlık ortamı ancak ve ancak onurlu bir yaşam sunduğu takdirde gerçekten barış olarak nitelendirilebilir. Devletin saldırılarıyla insanlığın bütün değerleri ve doğa yok edilirken; sermayenin sömürüsüyle insanlık köleleştirilmiş ve kişiliksizleştirilmiş robotlar sürüsüne çevrilirken, onurlu yaşam için girişilen her sözün ve her eylemin karşılığı cop, gaz, işkence, hapis ve ölümken hangi barıştan bahsediyoruz. Bundan 30 yıl önce insanları ellerine silah alıp dağlara gönderen koşullar halen devam ederken salt “PKK’nin silah bırakması” ile barışın geleceğini iddia etmek ne kadar da abes. Hadi bugün PKK’nin dağlarda var olmadığını varsayalım. Bütün bu koşullar varlığını devam ettirdiği sürece, adı belki farklı başka bir silahlı direnişi ya da belki TAK gibi binlerce örgütü ortaya çıkarmayacak mı? O halde bu silahlı çatışmayı ortaya çıkaran koşulların ortadan kaldırılmasını talep etmeden çatışmasızlık ortamı talep etmek ve özellikle de bir direniş olarak silahlanan tarafı teslim olmaya çağırmak zulmün tarafında yer almak olmuyor mu?
GKAM tarafından yayınlanan Öteki Kürtlere Çağrı: Benim Adıma Öldürme başlıklı metin Kürtlerin “150 yıllık meşru mücadelesinin zalimce bir şiddet kampanyasına dönüştüğünü”, metropolleri cehenneme çevireceğiz diyen anlayışın bunu gerçekleştirmeye başladığını ileri sürüyor. Bunu söylerken eğer bilerek bir çarpıtma yapmıyor ise TAK gibi örgütleri kastediyor. Dile kolay 150 yıllık zulüm ve 150 yıldır sessizliğe, sözsüzlüğe mahkûm edilmiş bir halkın öfkesi. Dile kolay 150 yıllık sömürü, açlık, ölüm, işkence. Zorunlu göçler, sürgünler ve metropollerde bekleyen işsizlik, evsiz-barksızlık ve şoven ırkçılık. Ve cevaplayın: 30 yıldır onurlu bir şekilde sürdürülen bir mücadele sonunda ne değişti? Oyalamalardan başka Türk devletinden ne gördü onurlu mücadele veren Kürtler. Birkaç aykırı sesten başka kim anlayabildi Kürtlerin isyanını? İtaatten ve bütün sömürüyü, zulmü sineye çekmekten başka ne vaat ediliyor metropollerdeki bu gençlere. Buradaki gençlerin yerine bir anda kendinizi koyun ve düşünün. İntikam ve öfke nöbetlerini hangi güzel sözler teskin edebilir. Denenmemiş bir yol söyleyin şu zavallılara da sonuç nasıl alınırmış öğrensinler. Dağın çözüm olmadığını devlet de örgüt de her fırsatta ifade ediyor. Ovada siyaset yapmaya çalışan herkesinse 12 Eylül döneminden daha vahşi bir şekilde hapishanelere tıkıldığı bir dönemde, bu gençlere yeraltından başka neresi kalıyor?
Yazının yazarı/ları bununla da kalmıyor devletin propaganda aracı olarak kullandığı dilin peşinden gidiyor ve Ankara’daki TAK saldırısını ve Siirt’teki sivil ölümleri hareketin tamamına mal ediyor ve bunların hareketin tarihine kara leke olarak yazıyor. TAK saldırısı konusunda yukarıdaki açıklamayla yetinelim. Ancak Siirt’teki olayı BDP, PKK ve KCK açık bir dille kınamışken ve sivil ölümlerin asla hareketin eylem tarzı olmadığı bilinirken bu taktik çalımı kötü niyetli bir yaklaşımdan başka ne ile açıklayabiliriz. Tüm kınama ve açıklamaları yarım ağızla yapılan samimiyetsiz açıklamalar olarak değerlendirmek ise bu cümleleri hoyratça sarf edenleri büyük bir yükün altına sokuyor: Laf cambazlığını bırakıp “samimi” bir şeyler yapma yükümlülüğü.
Sizlere ‘’derme çatma barakalarda insanlığı ve adaleti öğretenler’’ işkencehanelerde öldürüldü, geri kalanlarsa onurlu bir insanlık ve adalet mücadelesi verdi-veriyor. Ya siz onların öğrettiklerini doğru anlayamamışsınız ya da işinize gelmiyor. Eğer samimi olan sizlerseniz buyrunuz; saklandığınız inlerinizden, sırça saraylarınızdan çıkın ve daha samimi bir mücadeleyi örgütleyin, yerden yere vurduğunuz insanlara da mücadele nasıl verilirmiş öğretin. Ama eğer bize insanlık adalet diye liberal safsataları yutturmaya çalışacaksanız hiç boşuna uğraşmayın karnımız tok.
Benim İçin Öldürme başlıklı metnin bir grup Kürt aydını tarafından imzaya açıldığı belirtilmiş. Müstehzi (Tekerek’in deyimiyle sarkastik) üslubun bu kadar ustaca kullanıldığı bir başka metine rastlamak zor. Müellif söylemek istediği şeyi ters çevirmekle kalmıyor aynı zamanda gerçekleri de ters düz ediyor. Bütün bunları yazarken keşke yazar PKK’nin her ateşkesinin nasıl cevaplandırdığına da at gözlüklerini çıkarıp azıcık baksaydı. Silahlar sustuğunda bahsedilenlerden hangisi geçekleşti. Kardeşlik için barış için uzatılan eli bir tutan oldu da biz mi bilmiyoruz. Onlarca ateşkes sürecinde bahsi geçenlerin hangisi gerçekleşti ya da. Habur’dan gelen barış elçileri şimdi neredeler? Hepsi hakkında dava açıldı, çoğunluğu tutuklanarak hapse kondu, kalanlar ise geldikleri yere geri döndüler. Bunları elbette biliyorsunuz ya, sizin amacınız başka. Amacınızı saklama gereği de duymamışsınız hani: çözümün tek adresi olarak göstermek istediğiniz AKP’nin propagandasını yapmak. Sanki 8 yıldır iktidarda olan AKP değilmiş gibi tüm bunların müsebbibi. ‘’Cesetler cesetler içinde bir ülkedeyiz’’ evet, cesetleri koymak için toprağın altında başka yer kalmadı da sonunda devlet kepçelerle toplu mezarları boşaltıyor.
Emine Uçak Erdoğan’ın yazısı nerden tutsan elinde kalacak bir yazı. Cellatlar, kirli hesapların, büyük tuzakların maşası olarak nitelendirdiği “PKK’nın savaş baronlarını çadır medeniyeti” kurmaya çalışmakla suçluyor ve kuzuyu yemek derdinde olan çadır derebeyleri olarak resmetmesi Erdoğan’ın hangi zihniyetten beslendiğini açığa vuruyor, cehaletini ortaya koyuyor. Çok fazla Tek Türkiye, Dicle-Fırat izlemekten zavallı bir hale gelmiş. Annelikten bahsediyor ya; cumartesi annelerini, barış analarını tutup neresine koyalım bu yazının. Onların yasını kim tutacak? Ama dedik ya bunların derdi başka, Emine hanımın derdi de çadırlarla. Demokratik Özerklik derken aklına çadır geliyor. Tutup onu çadıra koyacaklar zannediyor. Köyleri yakılmış Kürtlere de ev bulsa da çadırlarda kalmak zorunda kalmasalar… Onun derdi kiraladığı evi, yani statüsünü kaybetmek istemiyor. İster mi hiç sermayenin sermayedarlarının sözcüsü. Ve ekliyor Erdoğan; devlet aynı devlet değil, asker aynı asker değil. Kiraladığın evden(sırça sarayından) öyle mi görünüyor? Bir de gel bizim çadırkent’ten, sokaklardan bak bakalım. Koltukların ve silahların sahibinden başka her şey olduğu gibi duruyor. Resim aynı resim, değişen yalnız renkler. Ve bize sıkılan kurşunun rengi
Ve başyazar Ahmet Altan tüm bu konsepti tamamlayan yazısıyla, kendisini bütün yaşananların merkezine koymakta, sözde bir devlete, bir Kürtlere vurarak adaleti sağlamakta. Ordu vesayetinin bittiğini, AKP’nin her tarafı tertemiz yaptığını söylüyor. AKP’nin tek suçu demokratikleşme adımlarını atmak biraz ayak sürümesiymiş. PKK ve BDP ise savaşı tırmandırıyorlarmış ve demokratikleşme adımlarını desteklemiyorlarmış. PKK kendi iktidar kavgası yüzünden Kürtlerin haklarına kavuşacağı demokratik müzakere yolunu tıkıyormuş. Yani bunlar onursuz Kürtlermiş de esas onurlu olanlar yukarda bahsi geçen Kürtlermiş. Ah bir anlayabilsek sizin ONUR kavramınızı. Kürtlere onur nişanesi olarak reva gördüğün şey liberalizminin sahte özgürlükleri olmasın sakın.