Başkanlık Seçimlerine Dair; Kazanan Kim? Kaybeden Kim?
Yine bir seçim ve yine bir seçim öncesi gerilimli günleri bu coğrafyada yaşayanlar olarak deneyimlemekteyiz. Yaşadığımız coğrafyada ya da diğer coğrafyalarda, seçim denilen siyasi sürecin yarattığı şey, oluşan yeni “gerçekliğin” bir sonraki seçimlere kadar süreceğidir. Siyasal iktidarın şekillendiği seçimler sürecinde, seçimler sosyal ve ekonomik gerçeklikte şekillenir, toplumun iktidarını isteyen tarafların bireye sunduğu vaatlerle geçen bu seçim gerçekliği, iktidarın kazanılmasıyla sonlanacaktır.
Seçim ismi verilen siyasal sürecin, toplumun sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarının karşılanması için organize edildiği iddiasının gerçek olup olmadığını soru ve cevaplarla tartışarak içselleştirmeliyiz. Çünkü katılacağımız ya da katılmayacağımız seçim süreci gerçekliğinin iddiası şudur; katılmamamız durumunda toplumun sosyal ve ekonomik işleyişine dair söz söyleyemeyiz.
Peki katılmamız durumunda bu işleyişe dair söz söyleyebilir miyiz? Toplum içinde siyasal etken bir birey olmanın şartı olarak karşımıza konan seçimlerin dışında başka bir yol yordam yok mu? Toplumun bütünlüğünü önemseyen, sosyal ve ekonomik kararlarının bir parçası olan, adalet ve özgürlüğü sağlayan bir birey olmanın tek yol yordamı seçimlerde seçmen olmak mı?
Sorular ve cevaplarıyla, Haziran 2018 seçimlerinde seçmen olup olmama, oy kullanıp kullanmama şeçimini yapmak için yani gerçek seçimi yapmak için siyasal süreci, bu süreçte olanları ve olasılıkları değerlendirelim.
OLANLAR;
24 Haziran’da yapılması beklenilen başkanlık ve milletvekili seçim süreci, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 17 Nisan günü, grup toplantısında, “Türkiye’nin 3 Kasım 2019’a kadar dayanması kolay değildir.” sözleriyle başladı. Erken seçim tartışmaları çok sürmedi. Tayyip Erdoğan’ın düzenlediği basın toplantısında “Ülkemizin karşı karşıya bulunduğu fotoğraftan hareketle bu erken seçim teklifine olumlu yaklaşmamız konusunda arkadaşlarımızla görüş birliğine vardık.” sözleriyle bitti. Sözün kısası erken seçim tartışmaları, erken bitti. Seçimlerin ilanından önce çıkarılan ittifak yasası ile uzun süredir devam eden AKP-MHP yakınlaşmasının resmileşmesi, kurulalı bir kaç ay olan İYİ Parti üzerindeki soru işaretleri, iktidar bloğunun Êfrin saldırısıyla yakaladığı hava ve tüm bu “moral üstünlük” içinde CHP ve HDP’den düşük tonda da olsa yükselen hiç olmazsa “sine-i millete” dönerek AKP-MHP koalisyonunu mecliste yalnız bırakma sesleri, erken seçim kararına iktidar lehine baskın olma özelliğini yüklüyordu.
Muhalefetin seçimin “baskın” olma özelliğini vurgulaması ve ardından muhalefetin içindeki bazı kesimlerin, böyle bir baskın süreci boykot için “seçime boykot” çağrıları da çok uzun sürmeden tedavülden kalktı. Muhalefet de seçim sürecinin içinde gecikmeden yerini alıp propagandaya başladı.
Muhalefet, devlet iktidarının izin verdiği kısıtlı alanda propaganda yapmaya başlarken, Mart ayı sonlarında gerçekleşen Doğan Medya-Demirören Holding devri ile medya tamamen kontrol altına alınarak bu anlamdaki “yol temizliği” bitirildi. Devlet iktidarına yakınlığı aşikar olan Demirören’in bu devirde vitrin olduğunun açığa çıkması ve aslında bu operasyonun arkasında iktidara daha da yakın “Işıkçılar” adındaki cemaatin yer alması, medyanın propagandif gücü ile birlikte düşünüldüğünde, seçim kararının daha erken alınmış olduğu ihtimalini güçlendiriyor.
Açıktır ki, bu seçim sürecinde Cumhur İttifakı bünyesinde birleşen AKP-MHP’nin karşısında, daha farklı kesimlere de hitap edebilen bir hükümet muhalefeti mevcut. Millet İttifakı bünyesinde, Saadet Partisi gibi muhafazakar bir partiden MHP’den kopmuş milliyetçi İyi Parti’ye; ittifakın ana gövdesi anamuhalefet CHP’den Demokrat Parti gibi merkez sağ siyasi partiye çok geniş tabanlı bir toplamı taşıyor. Ancak bu geniş tabanlı toplama rağmen kamuoyuna önce “sıfır baraj ittifakı” diye tanıtılan bu seçim koalisyonunun, barajı geçip geçmemesi hayat memat meselesi haline gelen HDP’yi dışlamasını siyasi bir ironiden çok, bu partilerin doğalarında var olan devlet refleksleriyle açıklamak gerekir. Ve bu ittifakın -eğer seçimler ikinci tura kalırsa- başkan adayı Muharrem İnce’nin, AKP-MHP’ye muhalif diğer partiler tarafından da (HDP ve Vatan Partisi gibi) desteklenmesi bekleniyor. Stratejisini Cumhurbaşkanlığı Seçimi’ni ikinci tura bırakma ve mecliste çoğunluğu ele geçirme şeklinde kuran Millet İttifakı ve HDP için 24 Haziran tarihi aynı zamanda parlamenter sistemin restorasyonu için de köprüden önce son çıkış gibi bir anlam taşıyor.
Tüm bu pozisyonuna rağmen, Millet İttifakı’nın ilk turdan %50’lik bir oy oranı çıkartması beklenmiyor. MHP ile ittifak stratejisinin ilk turda seçimi garantilemek olduğunu gizlemeyen AKP için de benzer durum, yani seçimlerin ikinci tura kalması, Cumhur İttifakı’nın önündeki olası senaryolardan birisi. Bu yüzden son haftaya farklı bir siyasal gündem yaratarak girmek Cumhur İttifakı’nın gündemi. Bu gündemi, yakın zamanda sıkça dillendirilen ve başlayan Kandil Operasyonları ve Suruç’ta “terör saldırısı” diye dillendirilen manipülatif ve provokatif olaylardan çıkarmak mümkün.
Seçim sürecinde yaşanabilme ihtimali bulunan senaryoları yazmaya başlamadan önce şu hatırlatma önemli. Seçim gündemi, siyasal iktidarın zaten gündemindeydi. Ancak öne alınmasına neden olan siyasi ve ekonomik olaylar, seçimler nasıl sonlanırsa sonlansın, ezilenlerin gündemi olmayı sürdürecek.
İmdat Seçimi Erken Seçime
Erdoğan’ın “Eski sistemin hastalıkları attığımız her adımda karşımıza çıkabiliyor. Türkiye’nin bir an önce belirsizlikleri aşması gereklidir” diyerek erken seçim kararı almasının gözle görünür nedenlerini neler oluşturmaktadır?
2017 yılının 3. çeyreğine yönelik TÜİK tarafından açıklanan ama aslında borç ve iç taleple oluşturulmuş olan “büyümeyi” iktidar, siyasi söylemde aylardır kullanmaktadır. Fakat döviz kurlarının artması, büyüyen işsizlik ve büyüyen enflasyon rakamları büyümenin bir balon olduğunu ortaya koymuştur.
Son haftalarda dolar 4, avro 5 liranın üzerine çıkmış ve kurlar bu hattan düşmeyecek bir seyirdedir. Buna ek olarak her fırsatta düşürmek istendiği söylense de dövizin daha fazla artmaması adına faizi sürekli arttırmak zorunda kalıyor oluşları, her şeyin yavaş yavaş zamlanıyor oluşu ve iktidarın, ekonomik krizin süreceğine dair elinde bulundurduğu tüm veriler erken seçim kararını etkilemiştir. Ancak seçim takvimi ilerledikçe hızla iktidar aleyhine seyreden ekonomik göstergeler, üstüne bir de küresel ekonomi çevreleriyle yaşanan “faiz sebep, enflasyon sonuç” polemiğinden kaynaklı gerilimi getirmiştir. Küresel finans piyasalarının kalbi sayılan Londra’da yaşanan bu polemik, her ne kadar iç politikaya “batıya kafa tutma” şeklinde pazarlansa da, Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı’nın “ikinci Londra Seferi” sonrası, sıcak para akışına bağımlı TC ekonomisi için yabancı sermayenin kaçışı “şimdilik” önlenebilmiştir.
Cumhur İttifakı’nın, aslında Erdoğan’ın, erken seçim kararı almasının ekonomik sebepleri olduğu kadar politik sebepleri de bulunmaktadır.
MHP’yi yanına alması, milliyetçi söylemleri yükseltmesi ve Êfrin’e saldırısı sonucunda siyasi iktidar, milliyetçi muhafazakar seçmen için “sempati” kazanmıştır. Fakat, siyasi iktidarın Êfrin’le birlikte arkasına aldığı rüzgarın dinmemesi gerekmektedir. İktidar Êfrin saldırısından sonra hedeflediği Menbiç, Kobane veya Şengal (ve şimdilerde Kandil) saldırılarından birini 2019’a kadar gerçekleştiremeyeceğini bildiği için bu milliyetçi muhafazakar seçmenin ilgisinin dağılma tehlikesini de bilmektedir. İktidar yine korkmuştur. Bu sebeple seçim geciktirilmemeli, erkenden gerçekleştirilmelidir. Tam bu noktada Bahçeli’nin sözleri hatırlanmalıdır: “3 Kasım 2019’a ulaşmak her dakika zorlaşmaktadır.”
Ayrıca mevcut iktidarın kendi getirdiği sistemin mağduru olmaktan çekindiğini belirtebiliriz. AKP-MHP’nin erken seçim kararını almasında İyi Parti’nin yasal prosedürü yerine getirmeden seçim tarihini ayarlayarak seçimlere girmesi de engellenmek istendi. İyi Parti yasal prosedürleri yerine getirse de elinde bulundurduğu seçim kurulu aracılığıyla buna da bir kılıf bulunabilirken CHP’den hiç beklenmeyecek derecede iyi bir hamle gelmesi sonrasında mevcut iktidarın ayarının bozulduğunu yaptıkları açıklamalarda görüldü. HDP’yi de baraj altında bırakarak meclis çoğunluğunu elinde tutmaya çalışan AKP’nin bu amacına ulaşıp ulaşamayacağını 24 Haziran akşamında göreceğiz. Meclis çoğunluğunu Cumhur İttifakı’nın ele geçiremediği ancak cumhurbaşkanlığı koltuğunda Cumhur İttifakı adayının oturması durumunda sistemin kendi krizi doğuracağı da açık. Özellikle cumhurbaşkanlığı kararnamelerini OHAL KHK’leri gibi kullanacağı az çok herkesin malumu olduğu siyasal konjonktürde meclisten çıkacak kanunlar da cumhurbaşkanının yetkilerini azaltmaya çalışacağı düşünüldüğünde yeni bir erken seçimin şimdiden dillendirilmeye başlanması şaşırtıcı değil.
HDP’nin baraj altında kalmasına değinmişken cumhurbaşkanı adaylarından Selahattin Demirtaş’ın hukuki olabildiğine oldukça uzak suçlamalarla hapiste tutulmasını da vurgulamak, içinde bulunulan durumu göstermek açısından önem arz ediyor. HDP’nin bu seçimden Selahattin Demirtaş’ın tutukluluk durumunu hiç olmadığı kadar öne çıkarabildiğini söyleyebiliriz. Cumhurbaşkanı adaylarından Erdoğan bir seçim mitingi sırasında Selahattin Demirtaş’ı önündeki kitleye hedef gösterirken kitlenin idam sloganları atması üzerine kendi önüne meclisten bu yönde bir düzenleme gelseydi onaylayacağını söyleyiverdi. Hukuki olarak hiçbir şekilde yapamayacağı açık olsa da önümüzdeki seçimlerde bir cumhurbaşkanı adayının, diğer cumhurbaşkanı adayını idam ettireceğini vaat etmesi, bu seçimin tarihteki yerini oldukça ilginç hale getiriyor.
OLASILIKLAR
Giriş;
İlk turda, muhalif kanadın Cumhurbaşkanı adaylarının (Meral Akşener, Temel Karamollaoğlu, Selahattin Demirtaş, Muharrem İnce) kazanması ihtimalinin, muhalefetin kendi gündeminde olmadığını dile getirmiştik. Keza tüm stratejilerin ikinci turda Muharrem İnce’de vücut bulduğu açıktır.
Cumhur İttifakı’nın özellikle ilk turda kazanmaya çabalayacağı bellidir. Bu “çabaların” neleri içerdiğini daha önceki seçim yazılarımızda “kazanmadan kazanmayı” da içerdiğini vurgulamıştık. Yani tüm siyasal propaganda sürecinde, devlet olanaklarını kullanarak diğer partilerin propaganda yapmasına izin vermemekten bifiil şiddet kullanarak engellemeye varan çok geniş bir pratik izlediği biliniyor. Hatta bunun en belirgin örneklerinden birisi, Tayyip Erdoğan’ın “mahalle başkanları” toplantısında HDP’ye yönelik “markaj” yöntemiydi. Bu markaj yönetiminin Suruç’ta yaşananlarla ilgisi olup olmadığını tahmin etmek için öngörüye ihtiyaç yok.
YSK’nın olanaklarından yararlanmaktan, mühürsüz oy pusulalarına; değiştirilen oy sandıklarından kolluk gözetiminde oy kullanmaya Cumhur İttifakı’nın tüm bu devlet olanaklarından yararlanacağı biliniyor. Muhalefetin tüm “gönüllü müşahit” çağrılarına rağmen, son aşamada siyasal iktidarı elinde tutan bir siyasi yapının, sonuçları değiştirebilme gücü olduğu unutulmamalıdır. Bu durum, başbakan Binali Yıldırım tarafından seçim propagandası olarak, Temmuz’da biteceği müjdelenen OHAL sürecinin, siyasal bir yapıya bürüneceği senaryodur.
Birinci Turda Seçim Sonlanmazsa ;
Muharrem İnce’nin cumhurbaşkanı olması için birleşen siyasi toplam, daha önce de belirttiğimiz gibi artacak. Seçmenlerin cumhurbaşkanının kim olacağı gündemini meşgul ettiği ortamda; partilerin gündemi koalisyon görüşmeleri ve meclisteki sandalye sayısı, bakanlıklarla ilgili pazarlıklar olacak. İlk turda Cumhur İttifakı’na verilen hasarın güçlü bir motivasyon yaratacağı açık. Tam da bu koşullarda, seçim tartışmalarının başladığı ilk süreçte, AKP ve MHP kanadından yükseltilen “iç savaş” çağrılarının hayat bulabileceği konuşulan senaryolar arasında.
AKP-MHP ittifakının daha önce de benzer durumlarla karşılaşıldığında “savaş gündemi”ni bir çıkış olarak kullandığı biliniyor. Devletin Kürdistan politikasının sürdürücü konumundaki AKP’nin, başlattığı savaşın “kendince” meşruiyetini kazanmaya çalışırken bir takım ittifaklar ve koalisyon arayışları içine girdiğini biliyoruz. Başkanlık sistemi noktasında kendisine bir getirisi olmadığı için kurmadığı hükümet koalisyonu yerine “savaş koalisyonu” yolunu seçtiğini de. Êfrin’e yönelik saldırı sürecinde de, öncesinde Kürdistan’ın önemli bölgelerinde ilan edilen OHAL süreciyle de yaratılmak istenilen milliyetçi-muhafazakar motivasyonun, bu koalisyonun işine yaradığı biliniyor. Bu “Savaş İttifakı”nın seçim sürecinde yapabileceklerinin ne olacağını tahmin etmek zor. Olasılık, ikinci tur için bu milliyetçi-muhafazakar motivasyonun ana gündeme çekilerek avantajlı bir konum elde edilmesinden, OHAL benzeri bir uygulamayla seçimlerin tekrarına kadar genişletilebilir.
Kandil’e yönelik operasyonların başlatılmasının Tayyip Erdoğan’ın seçim mitinglerinde duyurulması, savaş politikasının siyasal iktidar için kullanışlılığını görmek açısından önemli. Öyle önemli ki, bu durum 24 Haziran’dan önce ya da 2. Turdan önce beklenilmeyen siyasal süreçlere yol açabilir.
İkinci Turun Sonu;
Aslında, 2. Turdan sonra da böyle bir savaş (belki de iç savaş ihtimali) gündemde yer alıyor. Cumhur İttifakı’nın stratejisinin bu olacağı ve buna yönelik gerilimi arttıracağını güncel gelişmelerden okuyabiliyoruz. Bu noktada es geçilmemesi gereken bir hususta, “Savaş İttifakı”nın kendi içindeki gerilimlere ilişkin. Bu ittifakın eşitler arası bir ittifak olmadığı, AKP’nin hegemonyasında olduğu farklı zamanlarda Devlet Bahçeli ve MHP’li siyasetçiler aracılığıyla gündem ediliyor. Bu gerilimin, ilk turda sonuçlar alınmadığı takdirde, ikinci tur öncesi Cumhur İttifakı’nda bir çatırdama yaratabilir. MHP, ittifakın Truva Atı’na dönüşebilir.
Muhalefet için olumsuz senaryolara ilişkin tek strateji seçimde oy kullanma senaryosudur. Olumsuz senaryolarla karşılaşıldığı takdirde muhalefetin yapabileceği çok da birşey yok. O yüzden Cumhur İttifakı’nın uygulayacağı her strateji, muhalefeti kilitliyor. Bu sıkışmışlığı aşmaya çalışmak demek, siyaseti meclis dışında yapmak demek. Dolayısıyla bu sıkışmışlık muhalefetin aynı zamanda kolay bir konum almasına olanak veriyor.
Muhalefetin Kazanmasıyla Kazanmak Yanıltıcıdır!
Savaş politikalarının, iç savaş potansiyelli siyasal gerilimlerin, sandık kurnazlıklarının işe yaramadığı bir ortamda, Muharrem İnce’nin cumhurbaşkanlığı kazanması özgürlük, demokrasi, adalet… gibi kavramlarla ilişkilendirilecek. Ama gerçekte ise bu kavramların altını boşaltmaktan, bir illüzyon yaratmaktan başka bir şeye yaramayacak.
Böyle bir senaryoda cevaplanması gereken bazı sorular var. Toplumsal muhalefetin parçası olan kesimlerin meclisteki çoğunluğu elde edip rejimi değiştirmek gibi bir hedefi olabilir mi? İçinde bulunulan ekonomik kriz ve küresel savaş stratejilerindeki konumdan kurtulmanın yolu iktidardaki bu el değişikliği midir? Kötünün iyisini hedeflemek, fark etmeden devletli sistemin aldatmacasına dahil olmak değil midir? Toplumsal muhalefet, bu seçim aldatmacasının dışında varlığını sürdürmesi gerektiğinin farkında olmalıdır. Çünkü bu seçimde kazanmak yoktur.
Devletin seçim aldatmacası sanal bir gerçeklik üzerine kuruludur. Bu sanal gerçeklikte kazanım yoktur. Bu aldatmacaya dahil olan herkesin gözüne bir perde iner ve bu körlük içerisinde kazanım elde ettiğini düşünenler yanılırlar. Çünkü bu aldatmacada kazanan ya da kaybeden yoktur. Her zaman aldatmacanın kendisi kazanır. Ekonomik, siyasi ve sosyal baskıya sürekli olarak maruz kalan ezilenler de bir oy atarak bu aldatmacanın içine çekilirler. Atacakları bu oy ile içinde bulundukları ekonomik ve sosyal pozisyonu değiştirebilecekleri yanılgısına itilen ezilenlerde kısmi bir rahatlama amaçlanır. Aldatmacanın kazanımı tam da budur. Ezilenleri ezilen olma durumundan kurtaracak olan aldatmaca içerisinde kime oy verdiği değil bu aldatmacanın dışına çıkmasıdır.
Ancak zaten seçimlere dahil olmanın içerisindeki alt metni de iyi okumak gerek. İçerisinde bulunulan tüm kötü durumun seçimlere girilerek ortadan kaldırılabileceğini düşünen mantık, zaten bu aldatmacada dahi yenik başlamıştır. Siyasi, ekonomik ve sosyal iktidarların konumlarının değişmez olduğunu kabullenen bu zihniyet, kendisini bir kaybediş içerisinde gördüğünden varlığını sürdürebilmek için, uygun bir pozisyonda konumlanmaya çalışır.
Siyasi iktidarı ele geçirenler ister askeri darbeler aracılığıyla ister parlamento seçimleriyle olsun, yöneten ve yönetilen ayrımını ortadan kaldırmayı hedeflemediklerinden dolayı, hiçbir koşulda ezilenlerin çıkarlarına uygun hareket etmeyeceklerdir. Bu doğrultuda gerçekleştirilecek dönemsel hamleler, ezilenlerin lehine gibi geçici durumlar yaratsa da siyasal iktidarın -kendinde kötü olan- karakteri buna engeldir.
Kazanmak Kavramının Karmaşıklığı Seçimler: İrade Tutsakken Özgürlük Kazanılamaz
Anarşizm, toplumsal adaletsizliğin özünü özgürlüğün yitimine koyar.Tahayyülünü kurduğu yaşamda en büyük değer olarak özgürlük üzerinden bu tahayyülü somutlaştırmaya çalışır.
Kapitalist ve devletli sistem içerisinde yaşam, tamamıyla bireyin iradesinin teslimine dayanır. Hep daha iyi bilen, daha iyi yapan, daha iyi yönetenler tarafından belirli özgürlükleri ellerinden alınmış bireylere, bu durum normalmiş gibi gösterilir. Bu durumu normalleştirmeye çalışan, bireyin yerine karar verebilme ve bu yetiden güç alarak uygulatabilme iktidarına sahip yönetenlerdir.
Düşündüğünü gerçekleştirebilme durumu, bireyin özgürlüğü ile doğrudan ilintilidir. İrade tesliminde, özgürlük için zorunlu olarak birarada olması gereken bu iki durum, yani düşünme ve düşündüğünü gerçekleştirme birbirinden ayrıştırılır. Düşünme işi, bir başkasına ya da başkalarına bırakılır.
Bu düşünme sürecinin siyasi süreçle ilişkisi, toplumsal organizasyonun nasıl şekilleneceğine ilişkin akıl yürütmeyi kimin yapacağı ile ilgilidir. Temsili sistemde bu akıl yürütme işi, bir coğrafyada yaşayan halkın yerine bir takım uzmanlar yani siyasetçiler aracılığıyla yapılır. Bu toplumsal organizasyonda kolaylık yaratan bir durum gibi gözükse de aslında yaratılan, herkes yerine, herkes için, düşünecek bir azınlığın oluşturulmasıdır.
Her Seçim Azınlığın Çoğunluğu Yöneteceği İktidar Kazanmak İçindir. Seçim Bu Azınlık Grubu Yani İktidarı Seçmektir
Her seçim sürecinde ısrarla vurguladığımız gibi, seçim sistemi devletin hegemonyasını sürdürdüğü alanda yaşayan halkın, belirli bir süre boyunca yöneticilerini seçmesine dayanır. Yani azınlık bir grubun, geri kalan çoğunluğun beş yıllık geleceğini belirleyeceği bir sisteme. Hem de bu azınlık grubun geleceğinin belirlenmesi yasalar tarafından güvence altına alınmışken…
Kimin neye nasıl ihtiyacının olduğunu, bu ihtiyacının nasıl karşılanacağının belirlenmesinin yetkisi de bu azınlık grubunun kararıdır. Hükümet programlarının ve yasa koyucular tarafından ortaya atılan önerilerin dikkatlice incelenebilmesi için gerekli bilgi ve zaman hiçbir zaman halka verilmez. Benzer şekilde bütün devletlerdeki toplumsal düzenlemeler ve planlamalar bu şekilde yapılır. Bu merkezlerden çıkan mutlak kararlarla tüm siyasi ve idari işleyiş sürdürülür. Ya da sürdürülemez.
Aslında çoğu kez sürdürülemez. Çünkü yerele özgü çözümler, merkezi karar mekanizmalarından çıkarılamaz. Merkezin siyasi, ekonomik ya da toplumsal çıkarlarından bağımsız kararlar alınamayacağından, işleyiş de buna göre planlanacaktır. Bu teknik çıkmaz, bugün ulus devleti, yerel yönetimlere daha fazla sorumluluk vererek çözümler bulmaya yöneltmektedir. Devlet varoluşsal olarak merkezi bir yapılanma olduğundan, bu teknik çıkmazın üstesinden gelemez.
Seçime Katılmışsan Seçilmiş İktidarı Onaylamak Zorundasındır.
Atılan her oy, boş oylar da dahil olmak üzere, sistemin olumlanması anlamına gelir. Hemfikir olmadığımız bir siyasi pratiğe zorlanarak, bizim irademizi teslim alacak olanları seçmenin bir mantığı yoktur. Bu mantıkla düşünecek olursak oy kullanmak, her zaman daha iyi çobanların olabileceğine inanmaktır.
Şimdiki hükümet nasıl kendi çıkarları doğrultusunda davranıyorsa, bu davranışın boyutlarını yasalarla güvence altına alıyorsa, yetkiyi fütursuzca kullanıyorsa seçimlerle ve atılan her oyla bu potansiyel başka bir çıkar grubunun ellerine teslim edilir. Yani seçimlere katılmak ve oy kullanmak kime oy verdiğinden bağımsız olarak bu işleyişin sürdürülmesini sağlar. Çünkü parlamenter siyasetin doğası gereği, bu durum kişiye ya da gruba özel değişiklik göstermez. Kim daha fazla otoriteye sahipse ya da kim daha çok bu otoriteyi isterse ona hizmet eder.
Parlamenter Demokrasinin Edilgen Bireyi Değil, Doğrudan Demokrasinin Etken Bireyi Olmak.
Doğrudan demokrasi salt bir örgütlülüğün işleyiş tarzı olarak algılanmamalı, aynı zamanda bireyin yaşama biçimi olarak da ele alınmalıdır. Yöneten ve yönetilen ayrımının olmadığı bir yaşamı ve ilişki biçimini yaratmak, şimdiden böylesi bir yaşamı kurmak ve böylesi ilişkileri gerçekleştirmekle mümkündür. Toplumu yönetenlerin, hükümetin daha ötesinde devletin, biz yönetilenler üzerinde aldığı kararları uygulaması ve temsili demokrasi çerçevesinde bizi bu yönetime müdahil oluyormuşuz gibi göstermesi bir demokrasi aldatmacasıdır.
Bu koşullarda doğrudan demokrasi kendini bize zorunlu olarak dayatmaktadır. Yaşamları boyunca toplumsal kararlarda edilgen olan birey, doğrudan demokrasiyle toplumsal kararlarda etken hale gelir. Doğrudan demokrasi, merkeziyetçi olmayan, karar almada herkesin dahil olabileceği ve sonsuz söz hakkına sahip olduğu ikna ilkesini benimseyerek işleyişini sürdüren bir yöntemdir. Doğrudan demokrasi, yönetenlerin temsili demokrasisinin, parlamentonun, politikacıların, seçimlerin ve oy pusulalarının oluşturduğu merkeziyetçi, bireyi edilginleştiren ve bütünüyle iradenin teslimiyetine dayanan aldatmaca karşısında bireyin etkenleştiği kendi iradesini teslim aldığı bir yöntemdir. Böylelikle yöneten ve yönetilen arasındaki muğlaklık kendini netleştirir. Yani temsili demokraside bireyin yönetime katıldığı aldatmacası doğrudan demokrasiyle bireyin yönetimde etken bir özneye dönüşmesiyle açıklanabilir.
Adalet ve Özgürlük İçin Devrimde Israr. Edilgenden Etkene Devrimci Birey Olmak.
Biz devrimci anarşistler, parlamenter demokrasinin seçim sistemini, toplumsal adaletsizliklerin çözümü olarak görmüyoruz. Bu adaletsizliklerin çözümünün toplumsal devrimle yaratılabileceğini düşünüyoruz. Toplumsal devrimle hedeflenen, bütünüyle gönüllü örgütlenmelerden oluşan devletsiz bir toplumdur. Yani zora dayalı olmayan ve otoritenin olmadığı bir öz-örgütlülüktür. Bireysel iradenin temsilciler aracılığıyla teslimiyetine dayanan temsili demokrasinin değil, bireyin özgürlüğünün yadsınmadığı doğrudan demokratik işleyişlerin toplumsal ihtiyaç olduğunu söylüyoruz. Oy hakkı denen şey, siyasal ve ekonomik eşitliğe ulaşmak için asla kullanılamaz. Çünkü bu gizli bir diktatörlüğü besleyen bir araçtır. Seçimler, iktidarların verdiği küçük tavizlerle sınırlıdır. Mevcut siyasal hukuksal düzen içselleştirildiği takdirde, muhalefet, sorunlarını uzlaşma yoluyal çözme arayışına girecektir. Bu da onu hem toplumsallıktan hem de devrimcilikten uzaklaştıracaktır.
Biz devrimci anarşistler oy kullanmadığımızda ve “oy kullanmayın” dediğimizde, bireyi önemsizleştirdiğimizi ve edilgenleştirdiğimizi söyleyerek, bizi siyasal etkisizlikle eleştirebilirler. Daha da ötesinde kandırmaca kampanyalarını, çalınan-yakılan oyları, tüm entrikaları anlattığımızda bizi siyasetsizliğin aşırı şüpheciliğiyle suçlayabilrler. Biz ise aslında herkes tarafından görülen, ama her seçim dönemi görülmüyormuş gibi davranılan gerçekleri söylemeyi sürdürüyoruz.
Devrimci anarşistlerin yaratmaya çalıştığı siyasal gerçeklikle, devletin ve kapitalizmin siyasal gerçekliği zıttır. Oy verip/vermemeyi siyaset karşıtlığına indirgemek parlamenter demokrasiyi olumlayarak devletin kendi adaletsizliklerini gizlemeye yarayan bir yöntemdir. Her yeni seçim döneminde değişen, adaletsizlikler değil; sadece seçilenler olacaktır ve bu hep böyle tekerrür etmiştir, edecektir.
Siyasal olanla yaşamsal olanın ayrıştırılması, devletin ve kapitalizmin istediği bir ayrıştırmadır. Ezilenler bu ayrışma nedeniyle gündelik yaşamın içerisinde karşı karşıya kalınan adaletsizlikleri siyasi bir tavırla karşılamaktan yoksun kalıyor. Çünkü temsili demokraside siyasal olan seçim süreçlerinde herhangi bir partiye oy atmaktır.
Devrimci anarşistler için yaşamsal olan siyasal, siyasal olan yaşamsaldır. Birey, içerisinde bulunduğu topluluğun kendisidir. Alınacak ve uygulanacak kararlarda edilgen değil doğrudan etkendir. Pasif siyasal bir özne değil, aktif siyasal bir öznedir.
Anarşizmin tarihine bakacak olursak birbirinden değerli birçok deneyimde de böyle olmuştur. Anarşistler, siyasal alanda doğrudan demokrasinin işletildiği karar alma süreçlerini, kimi zaman mahalle ya da halk meclisleri, kimi zaman da kooperatifler ve sendikalar içinde deneyimlemiştir. Aynı zamanda yaşamsal olanı da yine bu deneyimlerin içine yedirerek gerçek kılmışlardır.
Seçimlerde Seçmen Olmayacağız, Oy Kullanmayacağız!
Seçimler, bizi somut olandan uzaklaştırarak belirli bir sürece hapseder. Bu sürecin kendisi tamamıyla bir illüzyondur. Bu illüzyonu layığıyla yerine getiren parlamenter demokrasi, onun uygulayıcıları devletin ve kapitalizmin içindeki çözümlemeleri halkın talepleriymişçesine uygular ve dillendirirler. Ekonomik ve sosyal sömürüyü bu talepler çerçevesinde farklı söylemlerle meşrulaştırırlar. Seçim dönemi boyunca verilmiş tüm bu vaatler bir süreliğine yaratılan bu illüzyonda bir çözüm olarak sunulur. Halbuki devletin ve kapitalizmin seçim dönemleri dışındaki adaletsizlikleri, bu kısa süreli illüzyonda görünmez kılınır. Kapitalizme ve devlete karşı verilen mücadelenin bütünlüklü verilmesi gerektiğini düşünen biz devrimci anarşistler, bu yüzdendir ki ilkesel olarak seçimlere katılmayız ve oy kullanmayız.
Biz devrimin genel seçimlerle geleceğini düşünmüyoruz. Devrime giden yolda seçimleri, “ilerici” ya da “demokratik” bir aşama diye de nitelendirmiyoruz. Devrimden anladığımız, bütünlüklü bir mücadele ile yaratılacak olan toplumsal devrimdir.
Bütün bunlar biz devrimci anarşistlerin parlamenter demokrasinin yarattığı durumdansa mevcut hükümetin baskısını ve iktidarını pekiştirdiği bir dikta rejimini tercih ettiğimiz anlamına gelmez. Bizim vurgulamaya çalıştığımız; ekonomik ve siyasi adaletsizlikler üzerinden yükselen bir işleyişte parlamenter demokrasi ve seçimler, ezilenler için bir aldatmaca ve tuzaktan başka bir şey değildir. Demokrasi ve adalet örtüsü altındaki bu sistem, siyasi ve ekonomik iktidar konumunda bulunanların, yani ezenlerin, ezilenler üzerinde kurduğu hegemonyanın, ezilenlerin özgürlüğünü yok etmek için kalıcılaşmasından başka bir şey değildir. Parlamenter demokrasi ve seçimlerin, ekonomik ve siyasi adaletsizliği ortadan kaldırmak için ezilenler tarafından kullanılabileceğini reddediyoruz. Parlamenter demokrasi ve seçimlerin, her koşulda halka düşman olan ekonomik ve siyasi iktidarların açık ya da gizli diktatörlüğünü, fiili olarak destekleyen bir araç olacağını düşünüyoruz.
Olmak ya da olmamak anlayışı içerisinde her şeyin bir oya indirgeneceği günlerdeyiz. Yaşadığımız tüm adaletsizliklerin mücadelesinde seçim sandıklarına sıkışacağız. 24 Haziran’daki imdat seçimi, Erdoğan’ı iktidardan düşürecek bir fırsat olarak düşünmek -Cumhur İttifak’ı seçimi kaybedecek olsa bile- adalet ve özgürlük mücadelesini seçimlere sıkıştırarak ertelemek, kaybetmektir. Değişmez iktidar yapılanmasıyla mücadele, yukarıdan aşağı inen yasalarla değil gücünü ezilenlerden alan devrimle olur.
Devrimci Anarşist Faaliyet