Mapusane Mektubu
Yakınınız düşmüşse size de geliyordur; ben sık sık mektup alırım cezaevlerinden.
Yalnızca cezaevlerinden yola çıkılarak yazılabilir bu memleketin tarihi. Metris’in, Ulucanlar’ın, Diyarbakır Askeri Cezaevi’nin ve bütün cezaevlerinin tarihinde hayatımızı hücre cezasına çeviren karanlığın uğultusu en açık işitilir. Oralarda zulüm en çıplak haliyle yaşatılır.
Mapusluk, bu toprakların zengin bir kültürel öğesidir. Sıla gibi. Gurbet gibi. Yerleşik bir adalet sisteminin ceza uygulamasından çok öte bir anlam iklimini barındırır. Halk edebiyatının bereketli bir motifi olmakla kalmaz. Şehirli orta sınıfın da, soğukkanlı bir mesafe kurmaktan aciz bırakıldığı bir durumdur. Çoluk çocuk dahil, bu topraklarda yaşayan kimse mapusluk öykülerine yabancı değildir. Toplumsal merdivenin en üst basamaklarında oturanlar dahi bir kader gibi mapus damlarından geçmiş, bu durumu iktidarın doğal aidatıymış gibi sineye çekmiştir. Hapis yatmak, öncelikle hayatın cilvesi, kader, tesadüf, kem talih gibi algılanır. İlk elde akla suçu getirmez. Kader kurbanları toplumu. Herkesin evinin bir köşesinde; süslü bir vitrinde duran ya da arabaların ön camında sallanan boncuktan kuş bibloları. Ceplerde çekirdek tespihler. Mapusanelerden el emeği göz nuru, hazin sabır eserleri. Orada yaşatılanlara kulak vermek zorundayız.
Bugün sizinle Buca F Tipi Cezaevi’nden gelen bir mektubu paylaşmak istiyorum. Zana Mazak yazıyor. Biraz kısaltarak aktarıyorum:
“Yaklaşık 11 yıldır cezaevindeyim… Yanlış hatırlamıyorsam 2002 yılından beri bahşedilen bir hakla haftada 10 dakika ailelerimizle telefonda konuşabiliyoruz. 1 Ekim 2006’ya kadar Kürtçe konuşanla Kürtçe, Türkçe konuşanla Türkçe konuştuk. Herhangi bir yasak veya sınırlamayla karşılaşmadık. Ancak her ne olduysa tam da 1 Ekim 2006 günü telefonda Kürtçe konuşmamız yasaklandı. Cezaevi yetkilileri ailelerimizle Kürtçe konuşabilmemiz için bir dilekçeyle Türkçe bilmeyen yani Kürtçe konuşanların isim ve adres-lerini bir dilekçeyle bildirmemizi istediler… Bu isteme cevabımızın ne olduğuna geçmeden önce bu mevzuatın yasal düzenlemelerini sizinle paylaşmak isterim…
1 Haziran 1995’te yürürlüğe giren Ceza İnfaz Yasası’nın İnfazda Temel İlke başlıklı 2. maddesi, (1) Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazına ilişkin kurallar hükümlülerin ırk, dil, din, mezhep, milliyet, renk, cinsiyet, doğum, felsefi inanç, milli veya diğer fikir yahut düşünceleri ile ekonomik güçleri ve diğer toplumsal koşulları yönünden ayırım yapılmaksızın ve hiçbir kimseye ayrıcalık tanınmaksızın uygulanır.
(2) Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazında zalimane, insanlık dışı, aşağılayıcı ve onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz.
CİY Madde 66- (1) Kapalı ceza infaz kurumlarındaki hükümlüler, tüzükte belirlenen esas ve usullere göre idarenin kontrolündeki ücretli telefonlar ile görüşme yapabilirler. Telefon görüşmesi idarece dinlenir ve kayıt altına alınır. (….)
Dikkatinizi çektiği gibi temel ilke niteliğinde olan yasa maddesinde ‘Dil, ırk, milliyet’ ayrımı yapılamaz, ‘aşağılayıcı, onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz’ deniliyor. Telefon açma hakkımızı düzenleyen maddede her ne kadar ‘tüzükte belirlenen esas ve usul’ denilse de telefonda kullanılacak dile özel bir vurgu yok. Zira olsaydı temel ilke maddesi boşluğa düşecekti.
Şimdi tüzük maddesine geleyim ve ondan sonra derdimizi izaha çalışayım.
Madde-88) Telefon görüşmeleri Türkçe yapılır. Ancak hükümlünün Türkçe bilmemesi veya görüşeceğini bildirdiği yakınının mahallinde yaptırılacak araştırma ile Türkçe bilmediğinin tespit edilmesi halinde konuşmanın yapılmasına izin verilir ve konuşma kayda alınır. (….) (20.03.2006 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlüğe giren Cezaevi İç Tüzüğü Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Tüzük)
Benim/bizim bildiğim(iz),
yasa hükümleri tüzük hükümlerinden üstündür.
Tüzükler yasalara aykırı olarak düzenlenemezler. Tüzük ile yasa çeliştiğinde yasa hükmü uygulanır.
Yasalar ile tüzüklerin niteliğini bir tarafa bırakalım. Bu ülkeyi yönetenler pratikteki tüm inkârcılıklarına rağmen mevzu her açıldığında Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit vatandaşı olduğunu, hiçbir ayrıma tabi tutulmadıklarını söylerler. Bir an için on binlerce insanımızın ölümüne sebep uygulamaları bir yana bırakalım, 5-6 aydır ailelerimizle Kürtçe konuşmamızın yasaklanması, eşitliğe aykırı, ayrımcı bir uygulama değil mi? Bunu da bir tarafa bırakalım, ‘mahallinde yaptırılacak araştırma’ ile ailelerimiz/akrabalarımızın karakollara çağrılarak, polis jandarma ekiplerince ailelerimiz/akrabalarımızın kapısına dayanarak Türkçe bilip bilmediklerinin sorgulanması aşağılayıcı bir uygulama değil mi?
Mahallinde araştırma nasıl yapılıyor, biliyor musunuz? Türkçe bilmeyen aile ve akrabalarımızın isim ve adresi isteniyor. Bu ayrımcı, aşağılayıcı uygulamayı kabul edersek savcılık adresin sorumluluk alanına göre asker veya polise talimat veriyor.
Talimatı alan asker veya polis ismini verdiğimiz (ya da Türkçe bilmediğini ihbar ettiğimiz) yakınımızı ya karakola çekip sorguluyor veya cemse veya polis minibüsü ile kapıya dayanıp Türkçe bilip bilmediklerini sorguluyor. Veya en iyi ihtimalle -cezaevi yetkilileri uygulamayı savunmak adına öyle diyor- mahallenin muhtarına, bakkalına, apartman yöneticisine, bizimkilere çaktırmadan sorup mahallinde araştırmasını yapıyor.
Düşünün, 50-60 yaşındaki bir anne/baba karakolda sorguya alınıp dil bilip bilmediği öğrenilmeye çalışılıyor. Düşünün; Diyarbakır’ın bir mahallesindesiniz, gündüz vakti bir polis otosu kapınıza dayanıyor ve onca insanın içinde sizi sorguluyor.
Düşünün, mahallenin muhtarı, binanızın yöneticisi veya mahallenizin bakkalından polisin sizi soruşturduğunu öğreniyorsunuz. Düşünün, Hakkâri’nin ücra bir köyündesiniz ve iki-üç cemse panzerler eşliğinde köyünüze geliyor ve Türkçe bilip bilmediğiniz sorgulanıyor.
Düşünün, neyse bu kez düşünmeyin; şöyle diyeyim, 10-11 yaşında bir yeğenim var ve onunla hep Türkçe konuşuyorum ama varsay ki Türkçe bilmiyor deyip dilekçe verdim, bu çocuğun karakola çağrılıp sorgulanması veya polisi/askerin kapımıza dayanıp Türkçe bilip bilmediğini sorgulamasını kendime, aileme, o sabiye nasıl izah ederim. Aklım, vicdanım almıyor, algılamıyor…
5-6 aydan beri Adalet Bakanlığı, Başbakanlık, TBMM, İHD vb. başvurmadığımız resmi, gayriresmi makam kuruluş kalmadı. İHD ve ÇHD gibi STK’lar dışındakilere yani uygulayıcı resmi kurumlara bir türlü derdimizi anlatamadık.”
On yıllardır dayatılan seferberlik hali, bu toplumun duyarlıklarını törpülemiştir. Soğukkanlı bir dille tartışır gibi yaptığımız, adına bin bir güçlükle Kürt sorunu dediğimiz hayatımızın açmazını bir de buradan okumaya var mısınız?
Yaratıklar, itoğlu itler bir de utanmadan nelere itiraz ediyor, diye kös dinleyenlerdenseniz korumaya ant içtiğiniz Cumhuriyetiniz size hayırlı olsun.
Ama bir halka, etnik kimliğine dayanarak zanlı muamelesini reva gören; cezalıya esir, yakınlarına rehinmiş gibi davranmakta bir beis görmeyen anlayışın bizi getirmiş olduğu nokta sizi de kaygılandırıyorsa, cezaevlerinden gelen mektuplara kulak vermelisiniz.
Onlar, aslında hepimize bizim hikâyemizi anlatıyor.
Yıldırım Türker – 19 Mart 2007