Küresel iklim değişikliği, etkilerini de yaşadığımız için dünyayı tehdit etmekte olan ve üzerine en çok konuşulan meselelerden biri haline gelmiş durumda. Zira ısınmakta olan dünyada yaşamın ciddi bir derecede olumsuz etkilenmesi söz konusu.
En başta birçok canlı türünün yaşamını sürdürmekte oldukları ekosistemlerin yapısı bozulacaktır. Doğanın dengesinin bozulmasıyla bitki ve hayvan türleri yok olacaktır. Aşırı sıcaklar insan yaşamını etkileyecek duruma gelecektir. Ayrıca yağış dengesizlikleri yaşanacaktır. Yağışların az olduğu dönemlerde yükselen sıcaklıklarla beraber kuraklıklar görülecektir. Dolayısıyla dengesiz yağış ritmi tarım yapılmasını etkileyecek, besin üretiminde aksaklıklar görülecektir.
Şurası bir gerçekliktir ki yaşayabileceğimiz başka bir gezegen yok. Dolayısıyla dünyadan çıkış gibi bir “B planı”na sahip değiliz. Elimizde yalnızca dünyamızdaki doğal varlıkların doğru kullanılması kalmaktadır. Bunun yolu da bu varlıkların doğru maksatlar için kullanılmaları, kirletilmemeleri ve adaletli bir şekilde dağıtılmalarına yönelik bir yol haritası çıkarmaktan geçmektedir. Zira bu döngünün bozulduğu her hadise esasında dünyamızın doğal yapısına vurulan bir baltaya dönüşmektedir.
Çıkar İlişkileri Açmazındaki Küresel İklim Değişikliği
Küresel iklim değişikliğini önlemek için alınan önlemler temel olarak sera gazı salınımını azaltmaya yönelik alınmaktadır. Sera gazı salınımları bilhassa endüstriyelleşme oranı yüksek olan devletlerin gündeminde olan bir konudur. Fakat salınımın azaltılmasına yönelik yapılan uluslararası toplantılar sonunda alınan kararlara katılmayan, katılma sürecini sürüncemede bırakan, katıldığı halde şartları yerine getirmeyen devletlerin varlığı söz konusudur. Bilhassa birçok devletin sera gazı salınımının düşürülmesine yönelik oluşturulan Kyoto Protokolü ve Paris Anlaşması gibi ortak metinlere imza atmamaları yahut imza geciktirmeleri, birtakım ekonomik sebeplere dayanmaktadır. Zira anlaşmalara taraf devletlerin attıkları imzalar, onların sera gazı emisyonu tasarrufu oranını etkilemektedir. Emisyon oranlarının azaltılmasına yönelik yapılacak olan harcamalar sebep olarak gösterilmektedir. Dolayısıyla devletler sanayi hamlelerinde dezavantaj yaşamamak için doğayı daha fazla tahrip etmeyi tercih etmektedirler. Olumsuz kararların ve sürüncemede bırakılan imzaların en temel sebebi budur.
Peki Sık Sık duyduğumuz Kyoto Protokolü ve Paris Anlaşması Nedir?
Uluslararası camiada iklim değişikliğinin ilk kez tartışılması, 1972 yılında Stockholm’de düzenlenen Birleşmiş Milletler’in “İnsan-Çevre Konferansı” ile gerçekleşmiştir. Aynı yıl Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) kurulmuştur. Ardından sırasıyla 1979 yılında Birinci Dünya İklim Konferansı ve 1988 yılında düzenlenen Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli düzenlenmiştir. Süreç sonucunda net olumlu bir sonuç olarak 1992 yılında Rio’da gerçekleşen Yeryüzü Zirvesi’nde Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çevre Sözleşmesi’nin temelleri atılmıştır. Bu sözleşmenin somut hali 1997 yılında oluşturulan Kyoto Protokolü’dür.
Bu protokolle gelişmiş devletler, genel hedef olarak, sera etkisine neden olan gazların salınımını 1990’daki düzeye düşürmek üzere anlaşmışlardır. Protokolün yürürlüğe girebilmesi için onaylayan devletlerin 1990 yılındaki emisyonlarının yeryüzündeki toplam emisyonun %55’ini teşkil etmesi gerektiğinden protokol ancak 8 yıl sonra (2005’te) Rusya’nın katılımı sonucunda yürürlüğe girebilmiştir. Türkiye Kyoto Protokolü’ne 2009 gibi geç bir tarihte dahil olmuştur. Ancak salım sınırlandırma veya azaltım taahhüdü olmadan katılım göstermiştir.
Nihayetinde, Kyoto Protokolü başarısız bir süreç geçirerek verilen taahhütlerin yerine getirilmediği bir anlaşma olmuştur. Protokole dahil olan “gelişmiş devletler”, sera gazı salınım düzeylerini 1990 yılı seviyesinin altında tutma sözlerini yerine getirmemişlerdir. Oranlara bakıldığında 1997 yılı sonrası karbon salınımları iki kat artmıştır. Ayrıca protokolün izin verdiği “Salım değiş tokuşu” meselesi de ayrı bir tartışma konusudur. Salım değiş tokuşu sera gazı salım düzeyini doldurmamış olan devletlerin kalan haklarını başka devletlere satmalarına denilmektedir. Özetle, temiz havanın başka devletler tarafından kirletilmesi için satılması hadisesidir.
ABD’nin Kyoto Protokolü’ne katılmadığını ve günümüz sürecini ilgilendiren Paris Anlaşması’ndan da çekildiğini belirtmek gerekiyor. Dönemin ABD Başkanı George W. Bush’un, protokolü uygulamaya kalkmanın ABD ekonomisine ağır hasar vereceğini söyleyerek ABD’nin anlaşmadan çekildiğini ifade etmesi küresel iklim değişikliği meselesinde devletlerin tutumlarına dair en ciddi örneklerden biridir.
Kyoto Protokolü’nden Paris Anlaşması’na dek geldiğimiz günümüzde gaz salınımının düşürülmesi hususunda ABD’nin katılımı oldukça önemli görülmektedir. Zira ABD endüstri alanında dünyanın sayılı devletlerindendir ve Çin’le beraber dünyada en fazla sera gazı emisyonu yapan iki devlet olarak zirvede bulunmaktadır.
Burada karar alınan durumlarda yetkili üst mercilerin bağlayıcılıkları tartışma konusu olmuştur. Bilhassa Birleşmiş Milletler’in beş daimi devlet statüsünün tartışıldığı yakın dönemde Amerika Birleşik Devletleri’nin aldığı katılmama ve çekilme kararları tartışma konusu olmuştur.
2008-2012 yılları arasını hedef alan Kyoto Protokolü’nün devamında yükselen Küresel İklim Değişikliği’ne yönelik alınacak tedbirler bağlamında bir dizi toplantılar gerçekleştirilmiştir. Nihayetinde Kyoto Protokolü 2020 yılına dek uzatılmış ve 2020 yılında başlamak üzere yeni bir iklim planı tasarısı onaylanmıştır. Bu tasarının günümüzdeki karşılığı Paris Anlaşması’dır.
Paris Anlaşması’nın uzun dönemli bir hedefi vardır. Bu hedef dünyadaki sıcaklık artışı değerinin 2 derecenin altında tutulmasıdır. Anlaşmayı Kyoto Protokolü’nden ayıran en önemli nokta gelişmiş devletlerin ön planda olmalarından ziyade artık meselenin tüm devletler açısından değerlendiriliyor olmasıdır. Ayrıca hedeflerin uygulanması bağlamında devletlerin katkıları oldukça önemli görülmektedir.
Konferans öncesinde 180’den fazla devlet karbon emisyonlarını keseceği veya azaltacağı yönünde taahhütlerini sunmuştur. Bu taahhütler Birleşmiş
Milletler çerçevesinde INDCs (Intended Nationally Determined Contributions – Niyet Edilen Ulusal Olarak Belirlenen Katkılar) olarak adlandırılmaktadır. Paris Anlaşması ile INDCs tanınmıştır ancak hâlâ daha hukuki bir yaptırımı bulunmamaktadır.
Örnek verirsek Türkiye, 2030 yılı itibarıyla gerçekleşmesi öngörülen “Niyet Edilen Ulusal Olarak Belirlenmiş Katkı” (INDC) beyanını mevcut durumdan %21’e düşürülmesi olarak açıklamıştır. Velhasıl anlaşmaya göre her devletin kendince katkı payı vermesi planlanmıştır. Fakat bilim insanlarının aktardığına göre, bildirilen tüm devlet katkıları hayata geçirilse dahi %2’lik orana ulaşmak mümkün olmayacaktır. Ayrıca mesele hâlâ sürüncemede görünmektedir. Kyoto Protokolü ile kurtarılması düşünülen dünyanın geldiği duruma bakarsak Paris Anlaşması ile ne başarılabilir ki?
İnsanlık endüstriyel devrim sonrasında yaşadığı değişim ile doğaya şiddetli bir şekilde zarar vermektedir. Bu zararın azaltılmasına yönelik önlemler alınmaya çalışılsa da ciddi neticeler alındığına yönelik bir sonuca varılması mümkün değildir. Devletlerin “Daimi dost, daimi düşman yoktur.” şiarıyla yürüttüğü uluslararası politik münasebetlerin yanında ekolojinin tahrip edilmesi olağan bir durum olarak ortada durmaktadır. Zira muhatap aktörler için başlıca öncelik şahsi politikalarıdır. Dolayısıyla bu durum doğanın ve insanlığın geleceğinin yok edilmesine yönelik uyarıların çözüme ulaşmasının önünde büyük bir engel teşkil etmektedir. Ekosistemimiz devletlerin fütursuz tutumları sebebiyle gün geçtikçe felakete sürüklenmektedir.
Selahattin Hantal – Patika Dergisi 3. Sayı