Karadeniz’de Ekolojik Toplum Tahayyülü

20 Mayıs 2021
18 dakika okuma

Öyle görünüyor ki Antroposen (İnsan Egemen) Çağı’nda insan, gezegenin ve kendi yaşamının zorunlu koşullarını tahrip etmekten kendini alıkoyamıyor; bu konuda tam anlamıyla aciz durumda. Peter F. Drucker “On dokuzuncu yüzyıla kadar hiç sona ermeyen zorlu görev, insan soyunun ve çevresinin doğal etkenlere karşı korunmasıydı. Ama bu yüzyılda yeni bir ihtiyaç doğmuştur: Doğayı, insana karşı korumak.” derken bu duruma atıfta bulunuyordu. 18. yüzyılda gerçekleşen endüstri devrimi sonrasında yeryüzünün tam tekmil insan iradesi ve eyleminin boyunduruğu altına girdiği görülüyor. Doğa artık insana tabi ve onun tarafından istismar edilir olmanın ötesinde, doğadaki varlıkların kaderi insana teslim edilmiş durumda! Bu çağa Antroposen Çağı deniliyor. Mayıs 2019’da yayınlanan bir BM raporuna göre, 1 milyon bitki ve hayvan türünün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu belirtiliyor. Biyoçeşitliliğin azalmasının birkaç yıl içerisinde daha da artacağı yine açıklanan raporda geçen verilerden. Gezegenin kaderini elinde bulunduran insan türünün karnesi pek iç açıcı görünmüyor.

Lazlar ve Hemşinliler gibi Karadeniz’de varlıklarını bugüne kadar sürdürmeyi başarmış olan topluluklar bu resmin neresinde durmaktadır acaba? Bugün, Karadenizliler için -diğer bazı toplu-luklar gibi- ekolojinin konusu ve gündemi kısaca şudur: Karadeniz’i Karadeniz yapan coğrafya, dil, kültür, yaşam tarzları, geçimlik tarım, gor/imece/dayanışma kültürü, gelenekler, doğal, tarihi ve estetik varlıklar daha önce hiç olmadığı kadar tehlike altında! Karadenizlilerin taşımakla yükümlü oldukları daha ağır bir sorumluluk varsa bu, kaybetmekte oldukları değerlerin -diğer bazı topluluklara kıyasla- daha büyük olmasından kaynaklandığı söylenebilir.

Kavgacı ve Vahşi Özgürlük

Dağ dağdır. Yani bir engeldir. Aynı zamanda bir sığınak ve özgür insanlar ülkesidir. Ortaçağ Akdeniz’inde (Karadeniz bir iç deniz olarak Akdeniz’e dahildir) dağ askerler ve korsanlar için bir sığınaktır. Bazen sığınak nihai bir yerleşim yeri haline gelmektedir. Orta çağ düzeni, dağlık bölgelerin çoğunu zincir halkalarının içine alamamıştır. Eğer oralara ulaşabildiyse bu çok yetersiz olmuştur. Dağ, insanların tecridinden sorumluydu ve kendine yaslanmak zorunda idi. İmparatorlara tabi olmayan birey ve toplulukların dağlık bölgelerde oturduğu bilinmektedir. Dolayısıyla ortaçağ “adalet” fikrinin şekillendire-mediği nüfus daima dağlardadır. “Uygarlık” dağlık bölgelerde gelişebilecek güvenli bir ortam bulamamıştır. Bu yüksekliklerde derin kökleri olan toprak soyluluğu da yoktur. Bu çetin yerler her zaman özgürlüğün sığınağı olmuştur. Dağ özgürlüklerin, demokrasilerin, köylü cumhuriyetlerinin sığınağıdır. Ve fakat burada özgürlük “kavgacı ve vahşi” bir şekilde fışkırmıştır: “Kanunu kendim yaparım ve bana ge-rekeni alırım!

”Yol “Şebekesi”

Karadeniz sahilinde Trabzon’dan doğuya doğru ilerledikçe, yüksek dağ zirveleri “kara üzerinde bir ada” şeklini alır ve Anadolu’nun geriye kalan bölgelerinden ayrılır. Doğu kesimindeki kıyı şeridi, Anadolu’nun daha yeşil bir örneğinden çok bambaşka bir dünya gibi görünür. Kuzey ve Güney’deki akarsular ve dereler bütün Doğu bölgesini birbirinden yeşil yamaçlar ve derelerle ayrılan yan yana vadi sistemlerine böler. Fernand Braudel, “Eğer dağ kantonu yeteri kadar yüksekteyse, anayollar da yeteri kadar uzaktaysa her şey muhafaza edilebilmektedir. Bu durum ancak yol şebekesinin yaygınlaşması ile nadir hale gelmiştir. Her biri ayrı özerk bir dünya oluşturmak zorunda kalan geçit vermez dağlar artık yollara açılmakta, ovanın uzantısı haline gelmektedir. Bu yollarda Roma lejyönerlerini, İspanya kralı tercioslarını, kilise de misyonerlerini hareket ettirmektedir. Böylece büyük tarihin getirdiği yükleri ve aynı zamanda kazançları reddeden dağ yüksektekilerin insanlığını aşağıdakilerin insanlığına karıştırılmasına tanık olmaktadır” demiştir(1). Baron De Tott anılarında (1784) Suriye kıyılarını gezerken Osmanlı nüfuzunun dağlara doğru etkisini yitirdiğini gözlemlemiş; “Durziler, Mutuailer, Kürtler Lübnan dağlarının efendileri olarak” bağımsızlıklarını sürekli koruduklarını ifade etmiştir. Yolların, dağ eteklerinin, kent ve ovaların efendisi olan Osmanlılar için yalnızca Akdeniz’de değil Balkanlar’da da benzer bir durum söz konusuydu. “Kara üzerinde bir adada” yaşayan Hemşinlilerin kaderini Akdeniz dünyasıyla ortaklaştıran da öncelikle bu coğrafyadır. 15. yüzyıla kadar Hemşin tarihi hakkında fazla bilgiye sahip olmasak da Osmanlılar bölgeye ulaştıklarında muhtemelen Hemşin coğrafyasında oturanların özerk -ya da yarı özerk- bir yapılanma ile yönetildiğine tanık olmuşlardı. Karadeniz Sahil Yolu ve “Yeşil Yol” projeleri son beş yüzyıldır giderek artan yol şebekelerinin kuruluş sürecinin son halkalarıdır. Bu yollar, özerkliklerine son vererek -bütün dağlı toplumlar gibi- Hemşinlileri de imparatorluklar, ulus-devlet ve son olarak da küresel “şebekelere” sımsıkı bağlayacaktır.

İmparatorluk Sistemi ve Devlet Toplumu

Karadeniz kıyı halkları uzun tarihleri boyunca birey ve toplum olarak kendilerini bilgi ve iktidarın evrensel projesinin katılımcıları olarak görüyorlardı. Kıyı bölgesine göçlerle gelen heterodoks gruplar ortodoks oluyor, okuma yazma bilmeyenler okur yazar hale geliyordu. Önce Romalılık ve Bizanslılığın daha sonra Osmanlılık ve milliyetçiliğin taraftarı olmuşlardı. Trabzon eyaletinde oturan Müslümanlar, Osmanlı imparatorluğunun uzak bir köşesinde yaşayan marjinal halklar olmaktan çok uzaktı ve bir imparatorluk girişiminin eseriydiler. Dolayısıyla Rum, Laz ve Hemşinlilerin toplumsal bilinci saray makinesinin bir ürünü olarak şekillenmişti. Trabzon eyaletindeki yerel bilinç küresel modernleşme sürecinin erken bir aşamasında devletle özdeşlik kurmuş, devlete katılım deneyimi kazanmıştı. Michel Meeker’a göre Müslüman halk, askeri ve dini kurumlar aracılığıyla imparatorluk sistemine (imperial system) katılıyor ve bir devlet toplumu (state society) oluşturuyordu(2). 19. yüzyılın ilk yarısında imparatorluk sistemi ve devlet toplumu modernleşme girişimlerinin etkisiyle daha da köklü bir yapı olarak işlerlik kazanacaktı.

“Devlet Nedur? Mahkeme biziz!”

Hidroelektirik Sanralleri’nin (HES) Rize Çayeli Senoz Vadisi’ne girişinden üç yıl sonra -31 Ağus-tos 2009 tarihinde- Meliha Hala HESçileri şu beddua ile lanetliyordu: “O komarlukleri yukariden aşağa kerdunuz budadunuz, Allahum da sizi öyle kersun budasun inşallah/ Allahum sizi yerin dibine yaturur inşallah/ Hemi da eğri buğri”. Gürgenli Hala ise isyanını “Dağleri deldunuz, derelerun suyuni borilere kodunuz, yüksek gerum direklerini evumuzun oğine tiktunuz!” şeklinde dile getiriyor, HESçiler için “Onleri Allaha havale edeyirom” diyordu. Bu sözlerin sarf edildiği protesto eyleminde Hahonç köylüleri bir dövize, “Devlet Kanunları Uygulanmazsa Senoz Kanunları Uygulanacaktır” yazarak Karadeniz tarihinde bir kırılma anına dikkat çekiyorlardı.

Bu tarihten altı yıl sonra, 11 Temmuz 2015 tarihinde Samistal yaylasında “Yeşil Yol”a başkaldıranlar arasında yer alan Rabia Ana’nın dilinde Doğu Karadeniz’de verilen ekoloji mücadelesi daha berrak, daha seküler ve daha realist bir ton kazanıyor, isyanın yöneldiği adres daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyordu. [Bu altı yıl içinde Karadeniz İsyanı’nın sesi İstanbul’da da -özellikle 25 Nisan 2010 tarihli Kadıköy mitingini anmak gerekir- yükselecek, Gezi İsyanı’nı önceleyen ve besleyen güçlü damarlardan biri olacaktı]

“Devlet nedur? Kimdur devlet? Devlet bizum sayemizde devlettur. Devlet yok halk var! Vali bize iki tane çapulci diyor. Biz çapulcuysak sen nesun? Sen sandalyede oturmişsen. Biz burelarun hamurunda yoğrulmişiz. Vali, kaymakam kimdur, ben halkım halk! İş makinelerini alıp gidun bureden. Mahkeme biziz!” – (Rabia Ana)

İsyan, Tarihsel Bağlam, Politik Özne

Neoliberal politikaların küresel saldırganlığına karşı köy ve kentlerde ortaya çıkan direniş ve isyanların küresel ve tarihsel bir bağlama oturduğu söylenebilir. Sömürgecilik sonrası dönemde gerçekleştirilen Madun Araştırmaları’nda [Subaltern Studies] köylü isyanlarına atfedilen merkezi rol ile madunlar kendi tarihlerinin özneleri olarak görülmeye başlanmıştır. Toplumsal hareketlilik yapılarına erişimi engellenmiş madunlar imparatorluk sistemleri, ulusdevletler ve sermaye tahakkümünün pasif nesneleri olmaktan ibaret görülmezler. Yabancılaştırıcı güce başkaldırdıkları anda tasvir edilirler. Madunlar politik özneler olarak kurulur ve bu süreçte onlara tarihsel aktörler olarak faillikleri iade edilir. Madunlar, kendilerinden zorla alınan kendilerini temsil etme gücünü geri alma ve onun kapsamını genişletme girişiminde bulunurlar. Özneleşme süreci bu ret ile başlar. Ranajit Guha “halk ve madun sınıfları, elit olarak tanımlananların arasındaki demografik farkı” temsil edecek şekilde eş anlamlı olarak kullanır(3). Buradaki “elit” hem yabancı hem de yerli egemen gruplara işaret eder.

Bu, diğer ekoloji mücadelelerinden farklı olarak, bir yaşam mücadelesi olarak nitelenebilir. Bu bağlamda şu soru sorulabilir; Hegel tarafından “devletsiz ve tarihsiz” olarak tanımlanarak tarihin dışına itilmiş halklar/madunlar konuşabilir seslerini duyurabilir mi? Spivak’ın bu soruya yanıtı şudur: “Direniş için, konuşabilmek için belli bir kurumsal arka plan yahut geçerlileştirme mekanizmaları gereklidir. Bu mekanizmaların yokluğunda madunun sesi indirgenmiş, asimile edilmiş, yani hiç duyulmamış olarak kalacaktır”(5).

Toplulukların Doğa ile, Devlet’in Şirketlerle Ortak Yaşamı (Simbiyoz)

Topluluk bağını kuran akrabalık ya da etnisite değildir. Bağın ortaya çıkmasına -daha çok- konut yakınlığı ve topluluğun ortak sorun ve çıkarları –örneğin ortak sivil hayatın temellerini oluşturan ekolojik, eğitimsel ve ekonomik konular- belirler(5). Topluluklar ve onları oluşturan doğa birbirinden ayrılamaz. Topluluklar kendi doğalarının ne kadar nedenleriyse bir o kadar sonuçlarıdır. Topluluğun talepleri ne yalnızca “doğayı koru” ne yalnızca “topluluğu koru” düşüncesiyle değil her iki düşünce etrafında gelişir. Yerel doğayı korumaya yönelik bir çaba, aynı zamanda topluluk hayatını ve diriliğini korumaya yönelik bir çabadır ve bunun tersi de yine geçerlidir. Örneğin ABD Kentucky’de kömür madenciliğine karşı direnişte harekete geçiren unsur, insanların dağlara olan aşkı ve yaşam biçimleri ile toprak arasında kurdukları sıkı bağlantı olmuştur. Tayland ve Malezya’daki tomrukçuluk faaliyetine, Yunanistan’daki zararlı endüstriyel faaliyetlere ve Wisconsin, Crandon bölgesinde önerilen çinko bakır madenine karşı hareketlerde eylemciler, topluluk ve doğa arasındaki etkileşimleri [özellikle, topluluk yaşamının temiz su, temiz hava, ormanlar, balıklar, kuşlar ve toprağa bağımlılığını] vurguladılar. Tüm bu vakalarda olduğu üzere doğaya yönelik tahribat biçimleri, topluluğun yaşam biçimine birer tehdit olarak algılanmaktadır. Benzer talepler, ilk kez 1990’lı yılların ikinci yarısında Bergama’da ve Artvin Cerattepe’de siyanürlü altın madenciliğine karşı verilen mücadelelerde olmak üzere; 2000li yıllarda, Yuvarlakçay’dan Munzur’a oradan Karadeniz Vadileri’ne HESlere karşı verilen mücadelelerde; Soma’dan Gerze’ye Termik santral-lere karşı verilen mücadelelerde de dile getirilmiştir, getirilmektedir. Onların doğayı korumadaki bu mücadelesi sadece doğaya karşı korumacı olarak yaklaştıkları anlamına gelmez. Genel olarak doğayı korumaya yakın duruşlarının nedeni, yaşamsal gereklilikler ve kültürel değerlerin korunması olarak özetlenebilir. Aykut Çoban ‘Topluluk Kökenli Direniş Hareketleri’nin ayırt edici özelliğinin, topluluğun doğayla kurduğu ortak yaşam (simbiyoz/symbiosis) ilişkisi olduğunu söyler. Kapitalizmde, bu ortak yaşam siyasetinin sermayenin devletle oluşturduğu ortak yaşamın karşısına dikildiği saptamasını yapar. Örneğin Bergama hareketinin ne yalnızca madenci şirkete ne de ona yol veren ve destek olan devlete karşı olduğunu dile getirir; “Her ikisine ve ikisinin ortak yaşam niteliği gösteren ilişkisine karşı bir direniştir” der. Şirketlerle devletin ilişkileri yalnızca yerel alana sıkışmış olmadığından, mücadeleler, yerel alandan ulusal ve uluslararası ölçeklere doğru genişleyerek gelişmiş ve güçlenmiştir(6). Kurucu Eylem, Orman Sözleşmesi ve Commons Kapitalizmin küresel tahribatları ve haksızlıklarına karşı verilen bu mücadeleler -özellikle de özel mülkiyet düzenine karşı çıkmak anlamında kolektif olan (commons) için yapılan mücadelelerdir. Tarihçi Peter Linebaugh’a 13. yüzyılda Magna Carta’nın ilanının Orman Sözleşmesi (Charter of the Forest) ilanı eşliğinde yapıldığını dile getirmektedir. İkincisi tarihçilerin şimdiye kadar atfettiklerinden çok daha fazla önemi hak etmektedir. Magna Carta egemen iktidar karşısında yurttaşların haklarını düzenlerken Orman Sözleşmesi yurttaşların kolektif olana erişim haklarını düzenliyordu. Britanya hukuk sisteminin kurulması örneğinde olduğu gibi kurucu eylem ikili bir ilişki şeklinde ortaya çıkmaktadır.

Günümüzde birçok toplumsal hareket artık “commons”ın savunulması veya yeniden kurulması etrafında gelişiyor. Öncelikle HES-karşıtı mücadelelerde hayati ve acil anlam kazanan bu kavram, Gezi direnişinin ardından sadece mahalle evlerinde ve kent bostanlarında değil, toplumsal muhalefetin bir çok bileşeni için de ufuk açıcı vazgeçilmez bir dayanak haline gelmiştir(7). Vadi vadi, kasaba kasaba hatta köy köy örgütlenen “yaşam alanı savunucula-rı”, 2000’lerin başından beri doğanın daha önce görülmemiş ölçüde piyasa ilişkilerine açılmasının toplumsal, ekolojik ve ekonomik etkilerine direniyor(8).

Hemşin/li/lik Sözleşmesi, Ekolojik Toplum Sözleşmesi mi?

Bir Hemşin/li/lik Sözleşmesi’inden söz edilebilir mi? Evet, böyle bir sözleşmeden söz etmemiz mümkündür. Hatta, Hemşinlilerin en büyük gizemlerinden birinin bu ‘Söz’leşme olduğu iddia edilebilir: Hemşinliler din, soy ve etnik kökene vurgu yapan bir kimliği öne çıkarmaktansa doğrudan doğruya toprağı, doğayı, mekanı öne çıkaran -muhtemelen Hemşin coğrafyası üzerinde yaşayan farklı din, soy ve etnisiteleri çoğulcu, kapsayıcı, kozmo-polit, hatta ekolojik bir kavrayışla kuşatan, onları aşan/ötesine geçen- bir kimlik tanımı üzerinde mu-tabakat sağlamışlardır. Yitirmekten en çok korktukları memleketlerini bu adlandırmayla koruma altına almış olduklarını mı düşünüyorlardı acaba? Sanırım sahip oldukları/olacakları diğer bütün “kimliklerin”, kimliklerinin kurucu unsuru olması gerektiğini düşündükleri teritoryal ilkeyi zaafa uğratmasına mani olmak istiyorlardı. Ne muhteşem bir uzak görüşlülük! Doğanın -buna bağlı olarak kültürün- soykırımı olarak tanımlanabilecek bir süreçten geçtiğimiz bir dönemde gereksinim duyduğumuz dayanışma duygusu için tam da elzem olanı ortaya koymaktır bu. Hemşinliler kültürlerini bu dayanışma duygusu ile -gerek kendi aralarında gerekse Lazlar ve aynı kaderi paylaşan yerel/ulusal ve küresel topluluklarla birlikte- yeniden ihya ve inşa etmek, yeniden bir topluluk tahayyülüne sahip olmak istiyorlarsa Hemşinli kimliğinin kurucu unsuru olan Hemşin doğasının savunmasını varlık/yokluk ve yaşam mücadelesi olarak algılamak, kimliğin yeniden inşa sürecinde ekoloji mücadelesini, kültürel var kalma mücadele ve pratikleri ile bütünleştirmek zorundadır. Hem mekansal hem de zamansal sınırları yeniden düşünerek verili kartografilerimize uydurmak için sorunsallar icat etmek yerine, sorunsallardan doğan haritaları ekolojik bakış açısıyla yeniden çizmemiz mümkündür. Lewis Mumford’un dile getirdiği gibi; “artık düşünmeye değer ne varsa ekolojik olmak zorundadır”. Hemşin coğrafyası da kimliği de bundan azade değildir. Özgürlükçü bir toplum aynı zamanda ekolojik bir toplumdur. İnsanlık, yerleşik yaşama geçişinden günümüze ideal mekanı ve insanı arama uğraşı içerisindedir. Ekolojik krizi toplumsal krizden ayrıştırmadan ele alan ekolojik toplum inşasına yönelik çabalar, günümüzde bu arayışın geldiği noktadır(10). Vergi ve temsil yetkisi veren pasif insanlardan aktif yurttaşlar yaratmayı ve onlara içerisinde anlamlı seçeneklere sahip olacakları siyasal bağlam sağlamayı amaçlayan, Bohman’ın dile getirdiği gibi “sınırların ötesinde değil fakat sınırları aşan” (11) demokrasi anlayışıyla bir ekolojik toplum tahayyülü tasavvur edinilebilir. Bu da duyguları romantik ve ütopyacı unsurlar olarak aklın “ötekisi” olarak konumlandırarak siyasal olanın dışına iten bir “duygu körlüğüne” kapılmadan yapılabilir(12). Duygulara kapılıp gitmeyi -çok defa- ket vurmaya tercih eden Hemşinliler, sözleşmelerinin en vurucu ve sembolik ifadesini bir araya geldiklerinde el ele, hep birlikte horona durduklarında dile getiriyor ve bunu sık sık tekrarlıyorlardı: VAROL HEMŞİN!

“Bu Hemşinun deresi bollenur yağmağilen”

Coğrafya bir yazgı ise biz bu yazgıyı -Hemşinlilere yakışacak şekilde- Nietzscheci “Yazgını sev” (Amor fati) mottosu ile coşkuyla kabulleniyor, onaylıyoruz! Uçurumun kenarında yeni ve bambaşka bir güzellikle açan yaban gülleri gibi Hemşin kültürünün de Laz kültürüyle birlikte -Lazlar/Hemşinliler el ele- yeniden canlandığını, doğuş sürecine girdiğini görüyoruz. Tarihin nesnesi olarak değil öznesi olarak, bu yeniden doğuş sürecinde Karadenizlilere ve Hemşinlilere düşen görev, yükselen bu bilinç ve yaratıcılığı ekolojik yıkıma yönelik farkındalıkla bütünleştirerek ekolojik toplumu inşa etme yolunda çaba sarf etmek olmalıdır. Yeni bir yaşam kurmak için yollara düşen Hemşinliler, Antroposen Çağı’nın melankolik havası içine “ağızlarında bir sap otla” beliren serçeler gibi kıpır kıpır ve soluk soluğadır. Hemşin derelerinden yükselen sevinç çığlığı ile HAYDE diyoruz, vakit tamamdır! Yaşam İçin Dayanışma İçin Yollara Düşme Vakti!.. Varol Hemşin…

İsmail Akyıldız – Patika Dergisi 3. Sayı

Kaynakça:

*Bu yazı Hemşince ve Türkçe yayımlanan GOR dergisinde, 2018 tarihinde, ‘Hemşin Sözleşmesi’ başlığında yayımla-nan yazıyı temel almaktadır.

(1) Fernand Braudel / Akdeniz (Cilt 1) (1949. Türkçe baskı: 2017, Doğu Batı Yayınları)

(2) Michael E. Meeker / İmparatorluktan Gelen Bir Ulus (2005, Bilgi Üniversitesi)

(3) Ranajit Guha / Dünya-Tarihinin Sınırında Tarih (2006, Metis Yayınları)

(4) Gurminder K. Bhambra / Moderniteyi Yeniden Düşün-mek – Post-Kolonyalizm Ve Sosyolojik Tahayyül (2015, Bil-gi Üniversitesi)

(5) Gayatri Chakravorty Spivak / Madun Konuşabilir mi? (1999, Dipnot Yayınları)

(6) Janet Biehl / Toplumsal Ekoloji Siyaseti (2016, Sümer Yayınları)

(7) Aykut Çoban / Ekolojik İhtilaflar ve Kapitalizm (2018, İmge Kitabevi)

(8) Fikret Adaman , Bengi Akbulut , Umut Kocagöz / Her-kesin Herkes İçin -Müşterekler Üzerine Eleştirel Bir Anto-loji (2016, Metis Yayınları)

(9) Cemil Aksu, Sinan Erensü, Erdem Evren / Sudan Se-bepler Türkiye’de Neoliberal Su -Enerji Politikaları ve Di-renişleri (2016, İletişim Yayınları)

(10) A.Negri, M.Hardt / Duyuru (2012, Ayrıntı Yayınları)

(11) Dimitri Roussopoulos / Politik Ekoloji / (2017, Sümer Yayıncılık)

(12) James Bohman / Democracy across Borders : From Demos to Demoi (2007, The MIT Press)

(13) Nagehan Tokdoğan / Yeni Osmanlıcılık – Hınç, Nostal-ji, Narsisizm / (2018, İletişim Yayınları)

Not(1): Hemşin/li/lik Sözleşmesi, ‘Türklük Sözleşmesi’ kavramından esinlenerek oluşturuldu. Bknz: Barış Ünlü Türklük Sözleşmesi (2018, Dipnot)