Dört tarafı düşmanlarla çevrili bu kara parçasında ve dünyanın dört bir tarafında bizce anlamsız iktidarlarca vazgeçilmez savaşlar yaşanıyor. Ve bu savaşlarda asker insanlar, sivil insanlar, yetişkin-çocuk insanlar ayırdedilmeksizin ölüyor. Ve bu insanları öldüren silahların tetiklerinde; tankların direksiyonunda, savaş uçaklarının pilot koltuğunda yine insanlar duruyor. Ordular bizi savaşmaya; ölmeye-öldürmeye çağırıyorlar ve ölmek-öldürmek noktasında hiçbir nedeni olmayan insanlar gönüllü ya da gönülsüz bu emre itaat ediyorlar.
Biz 14-17 yaşlarında gençleriz. Henüz askere çağrılmadık ya da orduda bulunmadık. Askere gitmemiş olmamıza rağmen buna karşı bir tutum geliştirebiliyoruz.
Ancak abileri-ablaları gibi bizim yaşlarımızdaki akranlarımızın çoğu da askere gitmek noktasında kör bir heves besliyorlar. Televizyonlarda çatışma haberlerini gördüğünde şuursuz bir şekilde “ben askere gittiğimde komando olacam” diyor; 15 yaşındaki kız çocukları “beni de askere al paşam” diyebiliyorlar.
Ordu kurumunun bu başarısını, askere çağırmadan çok önceleri başlayan itaat kültüründe aramak lazım.
Çünkü asker olmasak da asker olma durumunu uzun süredir yaşıyoruz. Daha ilk oyuncaklarımız ellerimize verildiğinde askerleştirilmeye başlıyoruz. Silahlar, asker adamlar, tanklar ve asker elbiseleri ile tanışıyoruz. Ve terörist öldürme oyunları… Ve askere alınmayacak olan kız çocuklarına layık görülen çocuk bakıcılığı, barbie bebekler.
Kışlalarda bulunmuyoruz ama okullarda emir komuta sisteminin içindeyiz. Bizler her sabah gitmek zorunda bırakıldığımız okullarda kafamızın içinde her an rahat-hazırol sesleri çinlayan” gençleriz. 6 yaşından beri her sabah türk olmanın, doğru ve çalışkan olmak anlamına geldiğini sesimiz kısılırcasına haykırmamız dikte ediliyor bize. Yurdumuzu özümüzden çok sevmeye ve varlığımızı Türk varlığına armağan etmeye and içiriliyoruz her sabah. Ve milli tarih, ulusal edebiyat, nasyonal coğrafya, milli güvenlik dersleriyle askerleştiriliyoruz.
Ve sokaklar… Sokaklarda öğretiliyor bize itaat etmek. Herşey düşünülmüş sokaklarımızda. Tabelalar, çizgiler, ışıklı levhalar bizlere itaat etmeyi öğütlüyor : “Dur yoksa ölürsün. Dön yoksa yanarsın. Herşey senin iyiliğin için. Biz herşeyi düşündük; sen itaat et yeter.”
Ve televizyonlar… Saat başı baba haber bültenlerinde holywood aksiyon film müzikleri eşliğinde kahraman mehmetciklerin operasyon görüntüleri; acıklı yeşilçam müzikleri eşliğinde ağlayan asker anneleri ile duygularımıza tecavüz ediliyor. Ama herşeye rağmen “vatan sağolsun paşam, siz sağolun.”
İşte böyle böyle, yavaşça; sinsice sindiriliyoruz. İşte bu yüzden “en büyük asker bizim asker” nidalarıyla uğurlanıyor gençler askere. Çünkü askere gitmek artık insanları sevmek anlamına geliyor. Öldürmek artık kahraman olmak için bir şart. Tezkereyi almadan “erkek” olmak; erkek olmadan bu toplumda insan olmak imkansız çünkü. Bu yüzden korka korka da olsa güle güle gidiyor gençler askere.
Ve bugün, yeryüzünün bu dört tarafı düşmanlarla çevrili kara parçasında kendi dilini konuşmak; kendi kültrünü yaşamak isteyen kürt halkına karşı amansız bir savaş yürütülürken askere gitmek demek patronların kar hırsına; paşaların ve parlamenterlerin iktidar hesaplarına alet olmak adına kardeş kanı dökmek demektir. Özgürlük ve eşitlik adına mücadele edenlere kurşun sıkmak demektir.
Bizler bu savaşın ve herhangi bir savaşın piyonları olmayacağız. Bu yüzden de “Türküm, doğruyum, çalışkanım” değil “İNSANIM, VİCDANLIYIM, REDDEDİYORUM.
-Bu yazı 24 Aralık 2009 tarihinde Boğaziçi Üniversitesinde düzenlenen “Vicdani Ret Kurultayında” Lise Anarşist Faaliyet tarafından okunmuştur.
-Lafanzin’in 3. sayısında yayınlanmıştır.