Nükleer’in Bu Topraklardaki Serüveni
1955’te “Atom Enerjisi Komisyonu”nun kuruluşu ile başlayan bu toprakların nükleer serüveni, 1962 yılında İstanbul Küçükçekmece’de kurulan Nükleer Araştırma Merkezi ile devam etti. Burada, TR 1 isimli deney reaktörü ile çalışmaya başlayan T.C devleti, bir sonraki adımının da zemini oluşturmuş oldu. 1976 yılına gelindiğinde, Mersin’in Akkuyu bölgesi ilk nükleer santral için “mevki” olarak belirlendi, lisans alındı. Fakat ihalelerden bir sonuç alınamadı. Buna rağmen 1980 yılında ikinci santral yeri Sinop – İnceburun olarak belirlendi. 1996 yılında, Akkuyu Santrali tekrar ihaleye çıktı, fakat yine olamadı, ihaleler 8 defa ertelendi. 2006 yılına gelindiğinde, T.C devleti yaşam savunucularının ve yerellerin tepkilerine rağmen nükleer santral ısrarını devam ettiriyordu. Akkuyu için bir kez daha ihaleye çıkıldı. Bundan sonraki süreç, “T. C ile Rusya’nın, santral anlaşması,” “yap yapma” şeklinde ilerleyen mahkeme ve ÇED süreçleri, tabii ki “yoğun protestolar” ve “yeni projelerin” açıklanmasıyla devam etti. Ve nihayetinde,temel atma törenine engel olmak isteyen yaşam savunucuları ve yereller polis saldırısına uğrarken, Akkuyu Nükleer Santrali’nin temelleri atıldı.
Akkuyu’da yapılacak olan santralin kimi inşaat işleri, “tape”lerde halka küfreden Mehmet Cengiz’in sahibi olduğu ve hükümetin en sevdiği iş ortaklarından biri olan (Tıpkı Kolin, Limak, Doğuş… şirketleri gibi) Cengiz İnşaat’a verildi. Bu arada dün 2 adet olan nükleer santral projesi, T.C’nin “hepsini aradan çıkartalım” mantığıyla 4’e çıkarıldı. Kısacası, devletin ve kapitalistlerin “enerji hırsı,” 1955’ten bugüne, artarak devam ediyor.
Kurulacak Santrallerin Olası Zararları
Bu “olası zararlar” nükleer enerjiye az buçuk aşina olan herkesçe biliniyor olmasına rağmen, bizi bekleyen en yakın tehlike olan Akkuyu Nükleer Santrali projesine kabaca bir bakabiliriz. Öncelikle santralin herhangi bir patlama olmasa bile kurulacağı bölgeyi, kurutacağını biliyoruz. Orada yapılacak inşaa faaliyetleri ve sonrasında işletimi sırasında yapılacak uygulamaların bile tek başına bu santralin kurulmaması için neden sayılabileceğini de görmeliyiz. Bir diğer tehdit ise, santralin kurulmaya başlandığı yerin hemen yakınında, aktif bir fay hattının (Ercemiş) bulunması.(Deprem ile nükleerin bağlantısı hakkında bkz: FUKUŞİMA). Halihazırda santralin işletmesini yapacak olan Rus şirketinin önceki çalışmalarında açığa çıkan nükleer atıkların burada yakıt olarak kullanılacak olması ise bir diğer sorun. Çünkü bu yakıtların 20.000 yıldan daha fazla radyoaktif ışıma yapacağı biliniyor. Bir diğer husus ise “nükleercilerin de en çok sıkıştığı” nokta olan, atıklarla ne yapılacağı meselesi. T.C Devleti ile Rusya arasında yapılan anlaşmaya göre, bu atıklar özel şirketlerin gemileri vasıtası ile İstanbul Boğaz’ından Rusya’ya taşınacak. Burada birinci soru, İstanbul Boğazı gibi, gemi trafiğinin çok yoğun olduğu ve sık sık kazaların yaşandığı bir geçiş noktasından, bunca nükleer atığın ne kadar güvenle geçebileceği. Ama asıl soru şu ki, Rusya Devleti’nin bu nükleer atıkları ne yapacağı. Çünkü nükleer atık nihayetinde nükleer atıktır. Bunların açığa çıkması, ister bu coğrafyada ister başka bir yerde bir çok yaşamı katledecektir Eğer nükleere yaşadığımız topraklarda karşı çıkıyorsak, başka coğrafyalarda da karşı çıkmalıyız. Keza, Akkuyu’da yaşanacak bir patlamanın kıyıcı etkilerinin Afrika’ya uzanacak olduğunu düşünürsek bu topraklarda yaşayan yaşam savunucuları olarak mücadele etmek hususunda sorumluluğumuz büyük. Ayrıca, bölgedeki deniz suyunun, santral için soğutma suyu olarak kullanılacak olması endişe verici. Çünkü kullanıldıktan sonra tekrar denize salınan bu suyun deniz suyu sıcaklıklarında hatırı sayılır bir yükselişe neden olacağı aşikar. Bu ısı artışının suda yaşayan canlılar için adeta bir katliam olacağı ise barizdir. Tüm bunlarla beraber,yaşanacak olası bir patlamanın ne gibi sonuçlar doğuracağını görmek için ise Çernobil ve Fukuşima’ya bakmak yeterli olacaktır.
Enerji Tarlası
Ağırlıklı gündemimiz söz konusu projeler dolayısıyla nükleer fakat T.C’nin özellikle son 10- 15 sene içerisinde enerji konusunda attığı adımlara bakarsak, meselenin nükleerden daha derinlikli bir mesele olduğunu görürüz. Halihazırda, işleyenler ve yapılmakta olanlarla beraber 71 ilde 12.000 HES (Hidroelektrik Santral) projesi bulunuyor. Yaklaşık 2.000 civarında RES (Rüzgar Enerji Santralleri) projesi bulunuyor. Yine binlerce termik santral ve GES (Güneş Enerjisi Santralleri) projesi hayata geçirilmeye uğraşılıyor. Öte yandan madencilik ve taş ocağı faaliyetleri artarak sürüyor. Kısacası bu topraklar tarihi boyunca eşi benzeri görülmemiş bir saldırı ile karşı karşıya kalıyor. İşin özü bizlerin ve beraber yaşadığımız tüm canlıların evi olan bu coğrafya bir “enerji tarlasına” dönüştürülmeye çalışılıyor.
Ne İçin Enerji, Kim İçin Enerji?
Peki bu tarlanın hasadını kim toplayacak? Sürekli elektrik kesintileri ile tehdit edilen, tasarruflu ampul kullanarak dünyayı kurtardığını sanan, ekolojik buzdolabı alamadığı için kutuplardaki ayıların ölmesine neden olan biz “sıradan insanlar” mı yoksa yaşamlarımızı her bir gününü cehenneme çeviren, bu cehennemin enerji ihtiyacını karşılayabilmek için yaşamı sömüren kapitalistler mi? Hangi şık olduğunu tartışmayacağım, tabi ki devasa endüstri tesisleri için devasa enerji kaynaklarına ihtiyacı olan, bir AVM’sinin elektrik ihtiyacı için 13 tane HES’in elektriğine ihtiyaç duyan efendiler…
Enerjinin İhracatı
Pek tabi ki, bu efendiler dünyanın her yerinde varlar ve her yerde enerjiye en ucuz ve en kolay şekilde ulaşmayı amaçlıyorlar. Dünyadaki bu eksikliğin farkına varan T.C devleti ise bu açığı kapatmak daha doğrusu dünyadaki enerji piyasasından nasiplenmek için arz oluşturma derdine düşüyor. Elindeki 4 Nükleer santral projesi, 12.000 HES projesi, 2.000 RES projesi ile kapı kapı dolaşıp, müşteri arıyor. T.C Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yanına başta Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız olmak bir çok bakanı ve patronları alarak sırasıyla çevre ülkeleri ve Afrika ülkelerini “ziyaret etmesi” bu niyetin göstergesi.
Nükleerden Rüzgar Enerji Santrallerine, Yaşamı Yok Eden Enerjiye Hayır!
Nükleer santrallerin yaşama verdiği ve vereceği zarar bu kadar aşikarken, bunları savunmak ancak ve ancak devlete ve kapitalizme yakışır. İnsanları savaşlarında katleden, okullarında, kamu binalarında köleleştiren, kendisine dönüşmeyenleri ötekileştiren, onları saatlerce çalıştırıp birer makineye dönüştüren, yaşamdaki her bir parçayı alınıp satılabilir hale getiren, canlı yaşamındaki bütün etkinlikleri tüketim ilişkisine dönüştüren bu iki iş ortağı, devlet ve kapitalizmden de bunun dışında bir reflleks göstermesi zaten beklenemez.
Şunu kabul etmek gerekir ki, nükleer canlı yaşamının bugüne kadar karşı karşıya kaldığı en büyük tehlikelerden biri fakat tek tehlike değil. Hele mesele enerji olunca, hele mesele kapitalizmin bitmek tükenmek bilmeyen enerji ihtiyacı olunca, bugün nükleere alternatif olarak gösterilen Rüzgar Enerji santralleri ve Güneş Enerjisi Santralleri gibi sözüm ona “sürdürülebilir alternatif”ler neyin “sürdürülebilir”liğini sağlıyor bunu sormak gerekir.
Kapitalizmi ayakta tutan şey sınırsız bir üretim tüketim çemberidir. Tabi ki bu döngüyü sağlayacak enerji de doğru orantılı olarak “sınırsız” olmalıdır. Fakat “ne yazık ki”, doğada sonsuza dek sömürülecek rüzgar ve güneş de dahil olmak üzere hiç bir varlık yoktur. Kapitalizmin sınırsız ihtiyaçları doğrultusunda kurulacak olan RES’ler ve GES’ler pek tabi ki, evinizin çatısına kondurduğunuz rüzgar gülleri ya da minik bir güneş paneli kadar masum olmayacaktır. Biz burada, kilometrelerce bir alanı kaplayan devasa büyüklükte rüzgar tribünleri tarlalarından ve yine devasa büyüklükte güneş panelleri havzalarından bahsediyoruz; tabi ki bunların yaşama verdiği (bkz : Karaburun Örneği) ve vereceği zararlardan… ( Ayrıntılı bilgi için: Rüzgar da Güneş de Kapitalizme Yetmez, Patika 1, Sayı)
Bütün bunları tekrar önümüze koyup baktığımızda karşılaştığımız manzara şu oluyor. Nükleere karşı mücadele etmeli fakat bu mücadeleyi verirken nükleeri yaratan akıl olan kapitalizm ve devletin elinde “rüzgar”ın da, “güneş”in de en az nükleer kadar tehlikeli ve kıyıcı olabileceğini görmeliyiz.
Evet doğrudur nükleer öldürür, fakat tetiği kapitalizm çeker dolayısıyla kapitalizmi hedef almayan hiç bir mücadele o tetiğin çekilmesini önleyemez!
Özgür Erdoğan – Patika Dergisi 2. Sayı