Yağmurun altında ıslanmak de dereye girip serinlemek de suç olabilir
1972’de Meadow ve arkadaşlarının hazırladığı “Büyümenin Sınırları” isimli çalışma, ekonomik büyümenin ilk kez bir sorun olarak ortaya konulduğu çalışmaydı. Ekonomik büyümenin yavaşlatılması ve az gelişmiş coğrafyaların kalkınma mitinden vageçmesi gerektiği yaklaşımı, bu araştırmanın temelini oluşturuyordu. Benzeri çalışmalarda, ekonomik büyüme diye ifade edilen sürecin, aslında kapitalizm olduğunu hepimiz bildiğimiz halde, neden ısrarla böyle ifade edildiğini sonradan öğrendik.
Mesaroviç ve Pastel’in “Dönüm Noktasında İnsanlık” çalışmasında “az gelişmiş ülkelerin doğal kaynaklarının korunması gerektiği” yaklaşımı, Roma Kulübü raporları ile gündeme gelen “sürdürülebilir kalkınma” fikri, kapitalizmin kendi yarattığı sorundan yine kendi lehine nasıl çözüm üretebildiğini görmek açısından önem taşıyor. “Büyüme”nin, “sürdürülebilir”lik üzerinden devamı, kapitalist niyetlerin “gelişmemiş” coğrafyalarda nasıl işleyeceğinin büyük bir göstergesi.
Doğal varlıkların korunması üzerinden bu varlıkların kaynaklaştırılıp m
Yağmur üzerinde bile mülkiyet iddiasının başladığı günümüzde akıl almaz su politikalarının altında yatan nedenler biraz incelendiğinde çok teşkilatlı, bir o kadar da sistematik işleyen planlar zinciri gözler önüne seriliyor.
Suyu Ticarileştirme Direktifi
Dünya Su Konseyi’nin, alt kollarının, yerel ve küresel taşeronlarının, devletlerin, şirketlerin ve ortaklaşa proje yürüttüğü Sivil Toplum Kuruluşlarının yeryüzündeki tüm su varlıkları üzerinde kurduğu kontrol mekanizması periyodik aralıklarla yeniden değerlendirilmekte, tüm varlıklar adına kararlar alınmakta, belirlediği hedeflerin gerçekleştirilmesi için ekolojik yıkımlar planlamaktadır.
1996 Şubatında Avrupa Komisyonu üyeleri, Avrupa Birliği (AB) su politikası ile ilgili bir görüş birliğine varmıştır. Üye ülkeler, Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Komisyonu suyun gelecekte bütüncül olarak düşünülmesi fikrinde ortaklaşmış, su ile ilgili diğer tüm direktifleri tek bir yönetmelik altında toplayarak Su Çerçeve Direktifi’nin (SÇD) oluşmasına neden olmuştur. AB üye ülkeleri ve gelecekte AB’ye dahil olmayı hedefleyen ülkeler arasında mutabık kalınan 23 Ekim 2000 tarih ve 2000/60/EC sayılı Avrupa Birliği Su Çerçeve Direktifi (AB SÇD), 22 Aralık 2000 tarihinde yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Direktif birçok farklı alandan uzman, strateji ve politika belirleyici arasında 5 yılı aşkın süredir tartışılagelen bir kuruluş aşamasının ardından antlaşmaya açılmıştır.
Su Çerçeve Direktifi’nin Ana Prensiplerine bir göz atılacak olursa aşağıda bahsi geçen maddelerde tartışmalar yoğunlaşacaktır:
Suyun adil ücretlendirilmesi (2000/60/EC-Madde 9)
Su diğerleri gibi bir ticari varlık değildir ve bir miras olarak görülmelidir. Ancak, su hizmetlerinin maliyetlerinin karşılanması için ücretlendirilmesi gerekmektedir. Bu, suyun sürdürülebilir kullanımını sağlayacaktır. Direktifin prensibi kirletenlerin ödemesidir, çünkü sonuçta birileri kirlilik için ödemek zorunda kalmaktadır.
Suyun ticari bir varlık olmadığı ancak korunması için ücretlendirilmek zorunda olduğunu iddia eden SÇD etkinlik gösterdiği tüm bölgelerde yeraltı ve yerüstü su havzalarındaki varlıklara devletlerce “kamulaştırma” adı altında devletleştirme yaparak el koymuş, 49+49 yıl usulüyle şirketlere devrederek yeni nesil özelleştirme politikalarını devreye sokmuştur. Suyu ticarileştiren şirketler ve bölgesel yönetimler; inşaattan meşrubata çeşitli iş kollarında yeraltı, yerüstü sularını yok eden şirketlerle birlikte oluşturdukları konsorsiyumlarda sahibi olduklarını iddia ettikleri suyun kim tarafından ne kadar kullanılacağı hakkında kararlar almakta ve yürürlüğe sokmaktadırlar.
Söz konusu şirketler suyu elde ederken pek çok kalemde ücret ve vergiden muaf tutulurken halkın yaşamsal gereksinimlerini karşılarken kullandığı suyun korunmasının maliyeti gündeme gelmektedir.
Sürdürülebilir su kullanımı (2000/60/EC-giriş bölümü Madde 18, 19, 41)
Birçok insan aktivitesi suyu etkilemektedir. Bu durum suyun korunması ve kirliliklerden kaçınılmasının önemini göstermektedir. Suya olan ihtiyacın artıyor olması da en önemli ve dikkate alınması gereken bir durumdur. Bu nedenle, gelecek kuşaklar için yeterli su sağlayabilmek ve suyun yüksek kalitede olması için SÇD iyi bir şekilde uygulanmalıdır.
The Sun gazetesi haberine göre 2008 yılında 10.000 kahve dükkanı bulunan starbucks’ın “bakteri oluşumunu önlemek için” 1 günde 23,4 milyon litre suyu musluklardan durmaksızın akıttığı bildirilmişti. (http://www.thesun.co.
Bu küçük örneğin benzeri şekilde fabrikaların, termik ve nükleer santrallerin kısaca şirketlerin kirlettiği, ekosistemde geri dönüşümü neredeyse mümkün olmayan sular göz önüne alındığında, hanelerde kullanılan suyun devede kulak kaldığı aşikârdır. Tüm bunlara rağmen İSKİ’nin hanelerde kullanılan sulara yaptığı zamlar ile su kaynaklarını koruması, yıllardır tatlı su çeşmelerinden akan suyun Hamidiye markası ile pazarlanması ve İSKİ’nin 5. Dünya su forumu kapsamında yapılan 3-5 Mayıs 2011 toplantılarında Hamidiye Su’yu “Halka yüksek kalitede temiz içme suyu sağlıyoruz”(satıyoruz) demeci trajikomik kalmaktadır.
Uluslararası İşbirliği ve Yeni Su Birliği (2000/60/EC-Madde 3)
Su kütleleri sınırlarda durmadığı için suyu yönetmenin en iyi yolu SÇD’ne göre uluslararası işbirliğidir. SÇD, bir havzadaki tüm ortakların yakın işbirliği içinde nehir havzalarını yönetmelerini gerektirmektedir. Bu durum, ilgili ülkelerin verilen zaman aralıklarında, SÇD’nin net hedeflerine ulaşacak ortak bir Nehir Havza Yönetim Planı oluşturmaları gerektiği anlamına gelmektedir.
Yüzyıllardır sınırlara sığdırılamayan halklara katliamlarla sınırları kabul ettirmeye çalışan devletler ve şirketler, halklara uyguladıkları politikaların bir benzerini şimdilerde derelere uygulamaya çalışıyorlar. İktidarlar arası protokollere sadık kalmayan doğal varlıklar kendi yaşam alanları içerisinde varoluşlarını sürdürmekteler. Bu durumun farkına varan kapitalizm bugün, sınırları aşan suların yönetimlerini kapsayan sınıraşan havza planlamalarını uygulamaya sokma çabasındadır. Kapitalizm bu yeni metoduyla yaşamı daha kolay kontrol altında tutmayı, kendi planlarına daha uygun “işletmeyi” ummaktadır. Nehir Havza Yönetim Planı’yla yaratılmaya çalışılan durumun detaylarına ileride yer vereceğiz.
Su herkesin konusudur (2000/60/EC-Madde 14)
Farklı ülkelerin su kaynaklarını korumak amacıyla işbirliği yapmak zorunda oldukları gibi farklı sektörlerden aktörlerin de işbirliği yapmaları gerekmektedir. Su, evler, endüstri, tarım ve benzeri amaçlarla kullanıldığı için tüm paydaşların yasal hedeflere katılmaları gerekmektedir.
Paydaşlık adı altında yutturulmaya çalışan politikalar önce Avrupa, sonra 70lerde TC’de tohumları atılan Truva atı STK’larla sağlanmaya çalışılmakta; sözde duyarlı vakıf, dernek ve şirketlerin fonlar karşılığında dağıttığı “çevreci sertifikası” ve “yeşil logo”larla yaşamı katledenler aklanmaktadır. Sanki kapitalizmin yarattığı yıkımlara karşı mücadele ediyormuş gibi bir yanılsama yaratan, sistemin çatlaklarını yamayan Bu Truva atları, yıllardır su forumlarında şirketlerin yanında, konuya su yönetiminde “karar alma süreci”ne katılmak suretiyle müdahil olan paydaşlardan “sivil toplum”u teşkil etmektedirler. Bu yolla söz konusu karar alma süreçlerine sözde halkın katılımı sağlanmış olur.
Su hassas bir kaynaktır (2000/60/EC-Madde 4, 8, 10, 11, 16, 17)
Su kaynakları tarım, endüstri ve evsel gibi birçok kullanımdan etkilenmektedir. Esas olarak SÇD, kirlilik kaynaklarının kaynaklarında engellenmesini ve tüm kirlilik kaynaklarının sürdürülebilir kontrolü için bir mekanizma oluşturulmasını gerektirmektedir. Direktif, yeraltı sularını da korumakta ve kalite ve kantitesi için kesin hedefler getirmektedir. Nehirler, göller ve kıyı suları için de kesin ekolojik hedefler getirmektedir. Günümüzde yüzey ve yeraltı sularının birçoğu kirlenmiş olsa da, SÇD ile hepsinin 2015 yılına kadar “iyi durum”a gelmesi hedeflenmektedir.
“İyi duruma getirme” ifadesiyle AB SÇD’nin kriterlerinin üyelerce yerine getirilmesi, sonuç olarak tüm su varlıklarının şirketler kontrolüne girmesi hedeflenmektedir. Bu hassas kaynağın “boşa akıp gitmesine” SÇD büyük bir özveri ile izin vermeyip suyu kanatları altına almayı planlamaktadır.
Bütüncül Planlama- Sınırsız Sömürü
Basit anlamıyla havza planlaması, bir bölgenin (önce) ekonomik, sosyal ve fiziki yönden planlanmasıdır. “Büyüme” meselesi sorun edildiğinden bu yana, bu alanda yapılan çalışmalarda, planlamanın ölçütlerine ekoloji meselesi de eklenmiştir. Havza planlamalarının, ulus-devlet merkezindeki bir siyasal çerçevede neyin öncelik alınıp, kimin tarafından bu planlamaların yapılacağı az çok bellidir. Bu planlamanın öznesi kuşkusuz ulus-devlettir. Ancak küreselleşme denilen olgunun ortaya çıkmasından bu yana, merkezi “ulus-devlet”e alan bakış açısında değişmeler olmuştur.
Bütüncül plan, yeryüzü üzerindeki tüm varlıkları “küresel kaynak” deyişiyle bir bütün olarak ele alıp, siyasal olarak önceden belirlenen sosyo-ekonomik hedeflere erişmek için mevcut “kaynak” olarak gördüğü ekosistem içinde yaşamını sürdüren varlıkları kendi ilerlemeci, merkeziyetçi paradigması ile yönetmeyi esas alan; küresel denetim mekanizmasıyla sürdürülebilir kalkınma ve karı gözeterek hazırlanan plandır.
Bütüncül havza planlaması ise “merkez”in yeryüzünü; iş gücü, enerji, hammadde, atmosfer, dereler, vadiler, denizler gibi farklı biçimlerdeki “ekonomik kaynakları” entegre bir ekonomik altyapıda değerlendirerek, “havza” diye nitelendirdiği bölgelere özgü üretim-denetim biçimleri geliştirerek “havza”sına göre tarım, enerji, sanayi, maden gibi alanlarda üretimleri tayin ve tesis ettiği yönetim planıdır.
Akarsu havzaları, yeraltı suyu havzaları gibi ifade edilen alanlar için geliştirilen bütüncül havza planlamalarında, birbiriyle ilintili ve etkileşimli bir grup akarsuyu ve çevresini ele alan, diğer bir akarsu bölgesinden havza sınırı ayrılan bölgeler tanımlanmakta, yeryüzü tıpkı devletlerin bölüp parçaladığı gibi ekonomik verimlilik adına bölünüp parçalanmaktadır.
Devletler arasındaki danışıklı dövüş politikalarının, hükümetlerin, projelerin, kanunların bütüncül ya da diğer deyimle entegre olarak değerlendirildiği şu süreçte Çoruh havzasının “paydaş taşeronları” Türkiye ve Gürcistan devletlerinin sınıraşan havzalarda bütüncül kapitalizm adına bütüncül havza planlaması politikası gütmesi kaçınılmazdır.
Merkezi Planlamanın Ekolojik Sonucu; Aral Çölü
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği döneminde, Aral Gölü’nü besleyen Seyhun ve Ceyhun ırmaklarının yatakları, Minvodkhoz
1960’lı yıllardan bu yana kurumaya başlayan Aral Gölü, yüzde 90 oranda küçülerek gölün çekildiği alanda, tuzlu kum tabakalarıyla kaplı “dünyanın en genç çölü” Aral Çölü oluşturuldu. Bu süre içerisinde bu bölgede kullanılan tarım ilaçları ve kimyasallar sadece Aral etrafındaki insan dışındaki varlıkların yok olmasına yol açmadı. Bu ekonomik işleyişte yeralan insan nüfusu kadar bir nüfus ölümcül hastalıklara maruz kaldı. Süreç içerisinde, bu bölgede yoğunlaşan nüfus bu bölgeden göç etti.
SSCB nin dağılmasının ardından TACIS programı ile birlikte Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerine uygulanan serbest piyasa ekonomisine uyumu sağlamak amacı ile aktarılan fonlara yıllar sonra başka bir perspektiften, bu sefer Merkezi Planlama Deneyimi’nden faydalanma adına, yeni fonlar eklendi. 3-5 Mayıs 2011’de Dünya Su Forumu, Orman ve Su işleri Bakanlığı, İSKİ, İBB ve DSİ tarafından gerçekleştirilen 2. İstanbul Uluslararası Su Forumu’nda Ermenistan, Azerbaycan, Belarus, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Moldova, Rusya, Tacikistan, Türkmenistan, Ukrayna, Özbekistan bölgelerinin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği dönemindeki merkezi planlama yöntemindeki deneyimlerinin bugün konuşulanlar için iyi bir referans olduğu, bu deneyimlerden öğrenileceklerin çok değerli olduğu ve bu deneyimlerin bugünkü entegre havza planlaması çalışmalarına iyi bir örnek teşkil ettiği belirtildi. Adı geçen devletlere aktarılacak fonla bu deneyimlerin paylaşılması ve yeni havza planlamalarına katkı sağlanması gündem edildi.
Bağımsız Devletler Topluluğu’na Teknik Yardım ya da TACIS (İngilizce: Technical Aid to the Commonwealth of Independent States), Avrupa Komisyonu’nun eski Bağımsız Devletler Topluluğu üyesi ülkelere, demokratik pazar merkezli ekonomik sisteme uyum sağlayabilmeleri amacıyla yaptığı hibe ve teknik yardım programıdır. 2007’den sonra Kalkınma İşbirliği Ajansı (DCI) olarak adı değişen bu yardım programa, daha sonraları Moğolistan da dâhil edilmiş ve program Avrupa Yardım ve İş Birliği Ofisi’nin bünyesine katılmıştır.
1991 yılında Doğu Avrupa ve Orta Asya’nın on iki BDT ülkesine, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan, Ukrayna, Rusya Federasyonu, Moldova ve Beyaz Rusya’ya; eğitim, enerji, ulaştırma, gıda üretimi ve dağıtımı ile sınai ve ticari işletmelere destek alanlarında hibe yardımı yapmak amacı doğrultusunda oluşturulmuştur.
Küresel Merkez-Kapitalist Hedefler-Havza Planlamaları
Merkezi bir yapılanmanın muktedir olabileceği bir güçle 1918’de gerçekleştirilmeye başlanılan Minvodkhoz politikası, özellikle AB’nin ilgisini çekmiş durumda. SSCB’nin piyasa kapitalizmi dışında bir ekonomiye sahip olması üzerinden yapılan eleştirilere, Aral Gölü üzerinden rastlamak mümkün gözükse de, planlama yöntem ve uygulamalarına ilişkin bir eleştirinin getirilmiyor oluşu, ulus-ötesi siyasal yapılanmalarının büyük siyasal yapılanma-yerel bölge uygulamalarda, SSCB’ye öyküneceğini öngörmek açısından önem taşıyor. Bunu AB’nin SÇD’yi özellikle kabul ettirmeye çalıştığı coğrafyalar üzerinden değerlendirmek, SÇD’ye, yeni bir Minvodkhoz gibi bakmak gerek. Özellikle ulus-devletin küresel ve yerel arasında eriyip gittiği bir konjonktürde, kapitalist işleyişin hızlı ve reddedilmeden işlemesi için…
Kapitalizm bugün yaratmaya başladığı merkezi planlama deneyimlerini gıpta ile izlerken, Bütüncül Havza Planlamaları tartışmalarında Aral Gölü’nün akıbeti sonucu öngörmek isteyenlere bir rehber olacaktır.
Patika Dergisi 1. Sayı