Eski ve yeni dünyanın sayısız düşmanlarına ve çetin iklim koşullarına karşı direnebilecek kadar iyi donanımlı olmayan bu kalabalık aile, toplumcul ruhları olmasaydı yeryüzünden silinirlerdi. Bir yırtıcı hayvan onlara yaklaştığında, pek çok grup hemen birleşir, hayvanı geri püskürtürler hatta kovarlar. Sürüden ayrılmadıkça bir atı ya da zebrayı ne bir kurt ne bir ayı ne de bir aslan yakalayabilir. Birebirde direnemeyecek kadar donanımsız ve güçsüz olan bu hayvanlar örgütlendiklerinde hem vahşi hayvanlara hem de zor iklim koşullarına karşı beraberce mücadele edebiliyorlar. Çayırlarda bir kuraklık çimleri kavurduğunda bazen on bin bireyden oluşan sürüler halinde toplanır ve göç ederler. Bozkırlarda bir kar fırtınası çıktığında, birbirine yakın dururlar ve korunaklı bir vadiye giderler. Birlik onların yaşam mücadelelerindeki ana silahtır.
Darwin’in evrim teorisi, 19. yüzyılın ortalarında biyoloji dışındaki farklı disiplinlere uygulanıyor, bu farklı disiplinler de biyolojide olduğu gibi yasalara bağlanmaya çalışılıyordu. Herbert Spencer, Darwin’in teorisini, bütün bilimlere uygulamaya kalktı. Sentetik Felsefe’yi bu niyetle yazmaya koyuldu. Aslında Spencer’ı bu noktada üne kavuşturan asıl kısım sosyolojiyle ilgili olan bölümdü.
Yine kendisinin geliştirdiği, doğada güçlü olanın hayatta kalacağı fikrini, Darwin’in doğal evrim süreciyle birleştirdi. Doğal seleksiyonda, uyum yeteneği fazla olan nasıl elenmeden kalabiliyorsa, insanın oluşturduğu yaşamda da böyle olmalıydı! İnsanın yarattığı kültürde, uyum yeteneği fazla olanlar diğerlerinden daha iyi bir konumda bulunuyor, elenmeden hayatta kalabiliyordu. Doğadaki var olma mücadelesi, toplumda yaşanan rekabette de en iyi olanın ortaya çıkmasına olanak veriyordu.
Herbert Spencer, canlı organizmaların işlerliğiyle insanların oluşturduğu toplumların işlerliğini benzer gördü. “Ortama uyum sağlamakta güçlük çeken zayıf canlılar zaman içinde yerlerini, ortama daha kolay ayak uydurabilen daha güçlü canlılara bırakırlar” görüşü toplum içerisinde ezen konumda bulunanların pozisyonunu “doğal” kılma noktasında iyi bir altyapı oluşturuyordu. Ve tabi ezilenlerin pozisyonlarının böyle olmasını da…
Basitçe ifade etmek gerekirse, toplumlarda siyasi ya da ekonomik olarak üst konumda bulunanlar, doğaya uyum sağlayanlardı. Bu düşünce sadece kapitalizmi doğada var olan bir işleyiş olarak açıklamıyor, aynı şekilde faşizmin de bilimsel bir yasa olarak ele alınabilmesine olanak sağlıyordu. İnsanlar arasında uyum sağlayamayanlar ya bulundukları konuma müstahaktı ya da doğal seleksiyonda elenmeleri gerekiyordu.
1883’te Francis Galton, (uzaktan akrabası olan Darwin’in itirazlarına rağmen) yeni bir sosyal-darwinci iddia ile ortaya çıktı. 1883’te Darwin öldükten sonra, öjeni düşüncesiyle Galton, doğada en uyumlu olacak türün oluşması için sağlıksız olanların ayrıştırılıp, sağlıklı olanları yetiştirilmesi gerektiğini iddia etti. Aslında toplumda “çürük olanların” ayrıştırılması düşüncesi Platon’dan bu yana devam eden bir toplum tasarısıydı.
İnsan nüfusunun genetik açıdan uygunluğu test edildikten sonra iyileştirilmesi, yani istenen bir yönde değiştirilmesi demekti. Böyle bir müdahaleyle hedeflenen, insan nüfusu içerisinde kimlerin çiftleşip kimlerin çiftleşmeyeceğine “bilimsel metotlarla” karar verilip “en uygun” türü yaratabilmekti. Sosyal-darwinciliğin ulaştığı bu boyut, “en uyumlu” ırkı yaratabilmek adına en iyi bilimsel teknikler kullanılsa dahi, yani insanların gen haritaları çıkartılıp istenen özellikler açısından fiziki, zihinsel vb. en iyi insanı yaratmaya kadar gidecekti.
1912’de Londra’da gerçekleşen Uluslararası Öjenik Konferansı, meselenin ulaştığı boyutu anlamak açısından önem taşımaktaydı. 1920’lerde İsveç’ten Belçika’ya öjenikle ilgili bilimsel çalışmalar yoğunlaşmış, 1930’larda Nazi Almanya’sında devletin ırk politikalarını ispatlamasına yardımcı bile olmuştu.
Herbert Spencer, ‘en uygun olan hayatta kalır’ mottosuyla, işin buralara kadar geleceğini öngörüyor muydu bilinmez ancak, Spencer’ın ve diğer sosyal darwincilerin yaptıkları hata sadece yöntemsel bir sorun değildi. Yani iş, bilimsel yöntemlerin bu şekilde insanlara uygulanabilirliği etik tartışmasından önce başka hatalar içeriyordu.
Kropotkin’in Kessler’den Devraldığı
Karl Kessler, 1880’de “Karşılıklı Yardımlaşma Yasası” üzerine verdiği konferansla ne yaptığının belki farkında değildi. Ancak 19. yüzyılın ortalarında ortaya çıkıp bir yüzyıl sonrasında insanlığın başına bela olacak sosyal-darwinizmin kökünü kazıyacak bir teorinin oluşmasına katkıda bulunuyordu. Kesller, Peter Kropotkin’in canlı türlerindeki karşılıklı yardımlaşma olgusunun evrimin bir faktörü olarak incelemesinde onu en çok etkileyen isimdi.
Kuzey Asya’da hayvanların boğuşmak zorunda kaldığını gördüğüm yaşam koşulları. Tüm bunlar, Darwin’in aşırı çoğalmaya karşı doğal engeller olarak tarif ettiği şeyin doğadaki temel önemini kolayca kavramamı sağladı; bu engellerle karşılaştırıldığında, çeşitli yerlerde, belirli koşullarda rastlanan, fakat asla bu engellerle aynı önemde olmayan, yaşam imkanları için aynı türden canlılar arasındaki mücadelenin çok daha önemsiz olduğunu anladım. Yaşamın yoksulluğu, nüfusun azalması Kuzey Asya olarak adlandırdığımız yerkürenin bu devasa bölümün ayırt edici özelliği olduğundan, Darwincilerin çoğunun inandığı, besin ve hayatta kalma için her bir tür içindeki bu müthiş rekabetin gerçekliğiyle ilgili ciddi kuşkular duymaya, dolayısıyla, yeni türlerin evriminde bu tür rekabete verilen baskın rolden de kuşkulanmaya o andan itibaren başladım (ve sonra yaptığım incelemeler ise bu kuşkumu haklı çıkardı).
Rekabetin en çok olması gereken yerde gerçekleştirdiği gözlemleriyle Kropotkin, karşılıklı mücadele yasasının yanında karşılıklı yardımlaşma yasasının da var olduğunu fark ediyordu. Aslında Kropotkin, daha fazlasını iddia ediyordu; hayatta kalma mücadelesinin başarısı için türlerin yardımlaşması her şeyden çok daha önemli!
Bu bulguyla beraber, Kropotkin’in sonraki gözlemlerinde karşılıklı yardımlaşma, evrimin bir faktörü olarak ele alınan bir olgu olarak önemli bir yer tutacaktı.
Amerika ölçeğinde yaşanan kuş göçlerinde -bu zeki hayvanların yirmi bin kadarı, büyük kar fırtınaları başlamadan önce, dağınık olarak yaşadıkları geniş bir bölgeden gelerek, Amur’u en dar yerinden geçmek için bir araya toplanmışlardı- hayvan yaşamında dair gözlerimin önünde cereyan eden tüm bu sahnelerde karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmanın öyle boyutlarda uygulandğını gördüm ki, bunun, yaşamın sürdürülmesi için, her bir türün korunması ve sonraki evrimi için son derece önemli bir özellik olduğu kanısına vardım.
Aslında Kropotkin, sadece biyolojik verilerle ortadaki iddiayı çürütmeye kalkmıyordu. Darwin’in düşünceleri ve toplum arasındaki ilişkilere yönelik akıl yürütmelere de bir cevap oluyordu. Doğadaki her hayvanın hemcinslerine karşı mücadelesi, insanın diğer insanlara karşı mücadelesiyle beraber doğa yasası olarak kabul ediliyordu. Kropotkin, türler için acımasız bir hayatta kalma mücadelesinin varlığını kabul etmiyor, bunu kanıtsız ve gözleme dayanmayan bir iddia olduğunu vurguluyordu.
Dolayısıyla durum insan için de aynıydı:
İnsan türünün toplumu, temellerini ne sevgiden alır ne de sempatiden alır. Bireyin kendi dışındaki herkesin haklarını kendininkine eşit kabul etmesini sağlayan şey, içgüdü düzeyinde bile olsa, insani dayanışma bilincidir. Karşılıklı yardımlaşma pratiğinin her bir kişiye verdiği gücün bilinçsiz de olsa farkına varılmasıdır, her bir kişinin mutluluğunun herkesin mutluluğuna sıkı sıkıya bağlı olduğu duygusudur ve belli belirsiz bir adalet ve hakkaniyet duygusudur.
Topluluk halinde yaşayan diğer canlılarda olduğu gibi insanın da var olmasını sağlayan en büyük özelliklerinden biri karşılıklı yardımlaşma pratiğiydi. Kropotkin’in karşılıklı yardımlaşması, bundan yıllar sonra ortaya çıkan biyolojik ve sosyolojik verilerle bir kez daha kanıtlanıyor. İnsanlık tarihinin %98’lik bölümündeki yaşam mücadelesinde türümüzün devamlılığını sağlayabilmesinin en büyük koşulu karşılıklı yardımlaşma ilkesinin içgüdüsel bir şekilde işletilmesinden başka bir şey değil.
Bunu yapabiliyor olduğumuz dönemde türsel uyumumuzun çok daha ötesinde, aynı zamanda diğer türler ve eko-sistemle içinde bulunduğumuz ahenk, romantik ütopyalarda rastlanabilir bir durum olmadığı artık ispatlanmış durumda.
Karşılıklı Yardımlaşma’nın Toplumu Anlamaya Etkisi
Karşılıklı Yardımlaşmanın hayvanlardaki önemini reddedemeyen bazı evrimciler, Herbert Spencer’ın yaptığı gibi, karşılıklı yardımlaşmanın insanlar arasındaki varlığını kabul etmeye yanaşmadılar. İlkel insanda, her bir kişinin herkese karşı mücadelesi yaşamın yasası idi. Hobbes’tan beri, yeterince eleştirilmeden, istekli bir şekilde yinelenmiş olan bu iddianın, insan gelişiminin ilkel dönemleri hakkında bildiklerimizle doğrulanmaktan uzak olduğu aşikardır.
İnsanın ya da diğer türlerin doğasında bencillik, rekabet, hırs aramaya niyetlenmiş herhangi düşünce, kendini kanıtlamak için bilimsel iddialara başvurmaktan imtina etmeyecektir, etmemiştir de. Toplumsal örgütlenmeyi bu bilinçle şekillendirmiş, bu şekillendirmeyi anlamlandırmış tüm düşünüşler bilimsel olduğunu savunurak kendilerini meşrulaştırmaya çalışmışlar, çalışmaktadırlar.
Kropotkin’in karşılıklı yardımlaşması, Darwin’in evrim düşüncesiyle çelişmek bir yana, siyasi niyetlerle gerçekleştirilen manipülatif nesnellik iddialarının altını oymuş; toplumsal paylaşma ve dayanışmayı doğal bir zemine oturtabilmiştir. Kropotkin’in siyasete olan etkisini, bu izdüşümden bağımsız ele alamayız. Bugün karşılaştığımız daha fazla veri, Kropotkin’i insan ve diğer hayvan türlerinin davranışlarına ilişkin bulgularını haklı çıkartıyor. Malhtus’tan Spencer’a insan doğasını ve toplumların içinde bulunduğu durumu “hayatta kalma mücadelesi”yle açıklamaya çalışan iddialara karşı, paylaşma ve dayanışmanın canlı doğasında var olduğu cevabıyla karşılıklı yardımlaşma, paylaşma ve dayanışmaya dayanan özgür bir toplumun doğasıdır.
Özgür Oktay – Patika Dergisi 2. Sayı