Uzun zaman önce ekoloji kavramı, biyolog Paul Sears tarafından “yıkıcı bilim” olarak tanımlandı. Şüphesiz ki 1960’larda ekoloji sorunlarıyla ilgilenmeye başladığımda bana da ekoloji radikal bir hareket olarak geliyordu. Barry Commoner ve Murray Bookchin’in yazıları, yaklaşmakta olan ekolojik bir krizle karşı karşıya olduğumuzu ve bu krizin köklerinin sıkı sıkıya ekonomik bir sisteme, insanların refahını değil, sınırsız büyüme ve teknoloji yoluyla kârı amaçlayan ve hatta bunu kutsayan kapitalizme dayandığını ortaya koydu.
Nihayetinde hem Commoner hem Bookchin kapitalizmin sadece bizi değil gezegendeki tüm yaşam dokusunu yok ettiği konusunda hemkirdi. Kapitalizmin altında yatan “etik”, gerçekten de doğanın teknolojik tahakkümüne yol açıyordu. Biyosferin kendinde hiçbir değer görmeyen bu etik için doğa, sermaye tarafından sömürülecek bir kaynaktan başka bir şey değildi.
Otuz yıldan uzun bir süre önce Bookchin kapitalizmi, kar için “dünyanın yağmalanması” olarak tanımladı. Bookchin ileri görüşüyle Al Gore ve George Monbiot’tan uzun süre önce küresel ısınmanın yol açtığı sorunları; büyüyen karbondioksit battaniyesinin yıkıcı fırtınalara ve sonunda kutuplardaki buzulların erimesi ile su seviyesinin yükselmesine yol açacağını vurguluyordu.
Bookchin bunları “modern krizi” oluşturan diğer birçok ekolojik probleme ek olarak saydı: ormansızlaşma, kentleşme, endüstriyel tarımın etkisi, okyanusların kirlenmesi, toksik kimyasallar ve gıda katkı maddeleri ve vahşi yaşamın kasten tahribatı ve ardından gelen tür çeşitliliğinin azalması.
Bookchin’in yaptığı endüstriyel kapitalizmin ekolojik eleştirisi daha yakın bir zamanda, Joel Kovel’in -Bookchin’e referans vermemesi dışında mükemmel kitabı “Doğanın Düşmanı”nda (2002) yeniden kabul görüyor. Buradaki düşman elbette küresel kapitalizm.
“Küresel ısınma”, neo-liberal sağcı kanat dışında neredeyse herkes tarafından artık kesin olarak kabul edilip siyasi gündemlere alındı ve herkes gezegeni kurtarmak için yollar bulmaya bir şekilde razı edildi. Böylesi bir kibir akıllara durgunluk veriyor. İnsanlar gezegeni yok etmemeli; açgözlülüğe ve sömürüye dayalı bir ekonomik sistem aracılığıyla yapılan aslında dünyanın birçok yerini insanlar ve diğer yaşam biçimleri için neredeyse yaşanmaz hale getirmekten ibaret.
Bu nedenle “ekoloji” ve “yeşil” meselesi politik yelpazenin bir yanından öbür yanına bütün bireyler ve gruplar tarafından sahiplenildi. Neo-naziler bile anti-kapitalist olduklarını ve yeşil bakış açısını benimsediklerini iddia ediyorlar. Bu yüzden Shell, Nestle ve Coca Cola dahil olmak üzere çok uluslu şirketlerin büyük çoğunluğunun ”yeşil” sahnesine zıplamasına ve coşkuyla hepimizden karbon salınım oranlarımızı azaltmamızı talep etmesine şaşırmayacaksınız.
Peki tam olarak neler oluyor? Bence bu meselede dikkate değer dört “eğilim” var.
Birincisi kapitalist şirketlerin kamu imajlarını “yeşile boyama” süreçleri. Shell’in doğa tahribatına ilişkin korkunç geçmişine rağmen birkaç on yıldır dahil olduğuna benzer bir süreç. Bugünlerde ekolojik duyarlılığı ve “yeşil” referanslarını gururla duyurmayan bir uluslararası şirketi bulmak zor. İkinci olarak artık bir çok insan ortada ekolojik bir kriz olduğunu kabul etse de bu krizin başlı başına kapitalist ekonomi modeliyle ilişkisi olmadığına dair sürekli bir ikna çabası sürüyor. Derin ekolojistler uzunca süredir bütün bunların maneviyat (tinsellik) eksikliği, ya da çok fazla insan olması ya da insanların dünyadaki “uzaylılar” ya da istenmeyen “parazitler” olması yüzünden olduğu konusun–da bize propaganda yapıyordu. Bu tür “mizantropik” (insanlık düşmanı) duygusallıklar uzun süre önce Bookchin tarafından eleştirilmişti. New Labour’un ekoloji konusundaki danışmanlarından biri olan Jonathan Porrit’e göre ihtiyacımız olan şey kapitalizmle maneviyat arasında uyumlu bir evlilikmiş. Tanrı korusun!
Kalkınma uzmanları ise ormansızlaşma gibi ekolojik sorunların faturasını mağdurları olan yoksul köylülere kesiyor. Söylediklerine göre yoksul olmaları ve modern tarım tekniklerinden yoksun olmaları nedeniyle ormanları yok ediyorlar. Halbuki asıl suçlular kütük şirketleri, Vedanta ve Rio Tinto gibi maden işletmeleri ve artan et talebini besleyerek genişleyen çiftlik işletmeleri.
Kalkınma uzmanları uzun zaman önce “sürdürülebilir kalkınma” kavramını ortaya attı. Bunun doğanın korunması ile ilgisi yoktur; sadece “kalkınmayı” sürdürmekle, yani kapitalist büyüme ile ilgisi olabilir ancak.
Meseleyi bağlamından koparan şey, küresel ısınmanın ve diğer ekoloji sorunlarının büyümeyi ve karı hedefleyen ekonomik sistemle ilgisi olmadığı yönündeki düşünce biçimi: sorunun sadece bireysel “tüketicilerin” eylemlerinden kaynaklandığı yönündeki yanıltıcı görüş. Bu yüzden hepimiz dünyayı “kurtarmak” için elimizden geleni yapmaya zorlanıyoruz.
Üçüncüsü uluslararası şirketlerin bu takdire şayan çevre duyarlılığı şüphesiz, bunun şirketlere daha fazla kapitalist büyüme fırsatı ve daha da fazla kar sağlayan bir maske olması. Bu nedenle kırsalda geniş sahaları kaplayan endüstriyel rüzgar çiftlikleri, gıda üretimini azaltma pahasına artan biyoyakıt üretimi ve nükleer endüstrisinin dünyanın her yerine ihraç edilip genişlemesi, bu üç girişim de “karbon emisyonunu” azaltmanın ve dolayısıyla gezegeni kurtarmanın harika bir yolu olarak müjdeleniyor. Ama hangi sosyal ve ekolojik bedellerle? Bu girişimlerin hepsinin batı devletleri tarafından fazlasıyla mali destek sağlanan büyük şirketlerin elinde olması dikkat çekicidir.
Son olarak, aynı zamanda son yıllarda deneyimlediğimiz gibi, yeşil kapitalizm savunuculuğuna eşlik eden “küresel yönetim” konseptinin ortaya çıkması. Gezegenin muhafızlığını yapmak için (bize söylenen) gezegeni gözlemek, hükümetlere ve uluslararası şirketlere gezegeni en iyi nasıl “kurtacağımızı” anlatmak için bolca koruma uzmanına, ekoteknokratlara ihtiyacımız var. Fakat Wolfgang Sachs’ın 1999’da yayımlanan “Planet Dialectics” (Gezegen Diyalektiği) kitabında savunduğu gibi gezegeni “kurtarmak” aslında sıradan insanların hayatına yeni bir dizi devlet müdahalesinin meşrulaştırılmasından daha fazlası değil.
Anarşistler bu dört eğilimin her birine eleştirel ve temkinli yaklaşmalıdır. Bu yüzden Kropotkin, Edward Carpenter ve Eliseé Reclus gibilerinin uzun süre önce önerdiği gibi komünizmle ekolojik duyarlılığı birleştiren bir proje geliştirmeye ihtiyacımız var.
Ahmet Soykarcı – Patika Dergisi 3. Sayı