Şu anda Avrupa tarafından sergilenen dehşetli manzara fazlasıyla acıklı, ancak bununla beraber de özellikle eğitici. Bir yanda diplomatlar ve saray mensupları, yaşlı kıtamızın havası barut kokmaya başladığında artış gösteren bir canlılıkla oraya buraya koşuşturuyorlar. Anlaşmanın fiyatını belirleyecek olan insan sığırlarının miktarı üstündeki pazarlıklarla ittifaklar yapılıyor, bozuluyor. “Meclisinizin bizi desteklemesi koşuluyla şu kadar milyon baş; onları beslemek için şu kadar hektar, yünlerinin ihraç edilmesi için şu limanlar.” Her biri rakiplerini pazarlarda aldatmak için dolap çeviriyor. Politik jargonda diplomasi denilen şey işte bu.
(NOT: Bu satırların yazıldığı zamandan beri Avrupa’daki politik durumun değişmiş olduğu iyi anlaşılsa da, aynı yargılar bugün de tamamen uygulanabilirdir.)
Diğer yanda ise, silahlı kuvvetlerin bitip tükenmeyen gelişimi. Her gün hemcinslerimizin daha etkili yok edilmesi için yapılan buluşları, yeni harcamaları, yeni kredileri, yeni vergileri işitiyoruz. Yaygaracı bir vatanseverlik, pervasız bir şövenizm; uluslararası kıskançlığı teşvik edilmesinin poltika ve gazetecilikte en karlı çizgi haline gelmesi. Çocukluk dönemi bundan müstesna değil: okul çağı çocukları saflara sokuluyorlar; Prusyalılardan, İngilizlerden veya Slavlardan nefret etmek üzere eğitiliyorlar; fişeklerle, erzaklarla ve diğer şeylerle dolu olan yük atlarına benzer bir şekilde yüklü bir halde erkeklik çağına geldiklerinde, bayrağının rengi ne olursa olsun, o anki hükümete körlemesine itaat etmeleri kafalarına kazınmıştır; ellerine tutuşturulmuş tüfeği alarak, borazan sesiyle hücuma geçmeleri, neden ve hangi amaç için [olduğunu] kendi kendilerine sormaksızın vahşi yamyamlar gibi sağda solda birbirini boğazlamaları öğretilir. İster önlerine açlık çeken Alman veya İtalyan çocukları çıksın, isterse kendi kardeşleri açlık yüzünden ayaklanmış olsun, borazanların sesiyle cinayetler başlamalıdır.
İdarecilerimizin ve öğretmenlerimizin tüm bilgeliklerinin sonucu işte budur! Bize ideal olarak sunabildikleri yegane şey işte bu; tam da bütün ülkelerde perişan halde bulunanlar sınırlar boyunca el ele vermeye başladıkları bir zamanda.
“Sosyalizmi istemiyor musunuz? Peki o zaman alın size Savaş –otuz, kırk yıl sürecek bir savaş–.” Böyle diyordu Herzen 1848’in ardından. Ve işte bize düşen savaş. Topların gümbürtüsü dünyanın her yerinde bir anlığına sessizse eğer, (savaşın ne için, hangi müttefiklerle veya hangi düşmana karşı, hangi ilkeler adına veya kimin çıkarına olacağını tek bir kişi bilmese dahi, –batılı ulusların genel bir kavgası [olan]– bir Avrupa savaşı yıllardır tehditkar olurken) bu [sessizlik] bir dinlenme arası, [savaşın] başka bir yerde çok şiddetli olarak yeniden başlaması için.
Geçmiş zamanlarda, savaş olduğu zaman insanlar en azından hangi nedenle birbirlerini öldürdüklerini bilirlerdi.
Şu veya bu kral bizimkilere hakaret etti –gelin, onları boğazlayalım.” “Şu veya bu iimparator bölgelerimizi bizden koparmak istiyor –yaşamlarımız pahasına, O En Ulu Hristiyan Majesteleri adına gelin bunları koruyalım.” İnsanlar kralları arasındaki kavgalarda dövüştüler. Bu aptalcaydı, ancak bu krallar sadece birkaç bin kişiyi [gönüllü olarak] askere alabiliyordu. Ama neden bugünlerde birbirlerinin boğazına sarılan binlerce kişiye sahibiz.
Kralların bugün savaş meselesinde hiçbir rolü yok. Victoria Rochefort’un boş laflarına karşı herhangi bir protesto göndermedi; İngilizler onun için intikam almayacaklar, ancak yine de iki yıl içinde Fransa ile İngiltere’nin Mısır’a egemen olmak için savaşa girmeyeceklerini tahmin edebilir misiniz? Doğu’da da durum benzer. Otokrat ve çirkin bir despot olan, kendisini büyük bir güç olarak gören Rusların Çarı, Petesburglu stokçular ve Moskovalı imalatçılar (bugünlerde kendilerini “vatanseverler” olarak isimlendiren çeteler) ona ordularını harekete geçirmesini söylemediği müddetçe, Andrassy ve Salisbury’nin tüm hakaretlerini parmağı bile kıpırdamadan sineye çekecektir.
İngiltere’de olduğu gibi Rusya’da da, Fransa’da olduğu gibi Almanya’da da, insanlar artık kralların keyfi için savaşmıyorlar; Finansal Ekselanslarının, Bay Rothschild’lerin, Scheneider ve Ortaklarının gelirlerini güvence altına almak ve [onların] servetlerini artırmak için, para piyasası ve fabrika lordlarını şişmanlatmak için dövüşüyorlar. Kralların çekişmesinin yerini burjuva kliklerinin çekişmesi aldı.
Hala “Güç Dengesi’nin bozulması” laflarını işiteceğimize şüphe yok. Ancak bu metafiziksel kavramı maddi gerçeklere tercüme edin; örneğin Almanya’nın “aşırı politik üstünlüğü” şu anda kendisini nasıl ortaya koyuyor, meselenin özünün basitçe uluslararası pazarlardaki ekonomik “üstünlük” olduğunu göreceksiniz. Almanya, Fransa, Rusya, İngiltere ve Avusturya’nın şu anda [uğruna] mücadele ettikleri şey askeri üstünlük değildir, ekonomik üstünlüktür; komşularına kendi mamüllerini, kendi gümrük tarifelerini dayatma hakkıdır; sanayide geri olan halkların kaynaklarını geliştirme hakkıdır; onların pazarlarındaki talebi karşılama bahanesiyle hiç demiryolu olmayan ülkelerdeki demiryollarının yapılması imtiyazını [ele geçirme], ticaretlerini canlandıracak bir limanın veya üretim fazlalarını emecek bölgelerin komşulardan zaman zaman çalınması hakkıdır.
Bugünlerde dövüştüğümüzde, bu Fabrika Krallarımızın yüzde otuz primini güvence altına almak, finans “Baronları”nın para piyasasındaki kontrollerini kuvvetlendirmek, maden ve demiryollarında hisseleri olanlar için fazi oranlarını yüksek tutumak içindir. Eğer tutarlı olacaksak, bayrağımızdaki aslanı altından bir boğayla, diğer amblemleri para çantalarıyla, ve krallıktan ödünç alınmış olan alay isimlerimizi Sanayi ve Finans Krallarının adlarıyla –“Üçüncü Rothschild”, “Onuncu Baring” gibi— değiştirmemiz gerekirdi. En azından kimin için öldürdüğümüzü bilirdik.
Yeni pazarların açılması, ürünlerin iyi, kötü yabancılara dayatılması bütün kıtamızda günümüz politikasının altını çizen ilkedir; ve ondokuzuncu yüzyıldaki savaşların gerçek sebebidir.
Onsekizinci yüzyılda ihracata yönelik olan yaygın bir üretim sistemini ilk başlatan ulus İngiltere idi. Proletarya şehirlere kümelendirildi, geliştirilmiş makinalara koşuldu, ve ambarlar pamuklu ve yünlü mal dağlarıyla doldurulmaya başlandı. Ancak bu mallar onları dokuyan yıpranmış zanaatkar için değildi. Ancak kendilerini ve ailelerini hayatta tutacak kadar kazanan, pamuk ve elbiseyi dokuyan [bu zanaatkarlar] ne satın alabilirlerdi ki? Böylece İngiltere’nin ticaret filoları (ortada hiçbir rakip olmadığı kesinken) Avrupa, Asya, Amerika kıtasında tüketici bulmak için okyanuslara harmanlamaya başladı. İmalatçı bölgelerde sefalet –en karanlık sefalet– yaygındı, ancak imallatçılar ve tüccarlar hızla zenginleştiler; kıta iktisatçıları ve onların teşvikçilerinin ülke insanlarının gidip aynı şeyi yapmalarına alkış tutmasının ortasında, yabancılardan sağlanan zenginlik az sayıda kişinin elinde birikti.
Ancak onsekizinci yüzyılın sonu gibi erken bir tarihte, Fransa da aynı gelişme aşamasına gelmekteydi. Orada da üretim ihracat amacıyla büyük ölçekte kendisini örgütlemekteydi. Devrim, iİktidar odağını başkasına devrederek, şehirleri kırsal halkla doldurarak, orta-sınıfı zenginleştirerek, bu ekonomik gelişmeye taze bir itki sağladı. Ardından İngiliz orta-sınıfı bu gelişmeden (Cumhuriyetin ilanına ve Paris’te dökülen kana göre çok daha fazla) korkuya kapıldı; aristokrasi ile birleşerek Avrupa pazarlarını İngiliz ürünlerine kapatmak tehdidini öne süren Fransız burjuvazisine karşı ölümüne savaş ilan etti.
Herkes savaşın nasıl sona erdiğini biliyor. Fransa yenildi, ancak pazarlardaki yerini kazandı. İki burjuvazi, Fransız ve İngiliz [burjuvazileri] bir anlığına dokunaklı bir ittifak bile kurdular; birbirlerini kızkardeşler olarak tanıdılar.
Ancak çok geçmeden Fransa hızla yol almaya başladı. İhracat amacıyla üretimin bir sonucu olarak Batı’dan Doğu’ya yayılmakta olan sanayinin gelişimini ve diğer ulusların da hızlanmasını dikkate almaksızın, [Fransa] kendisini nasıl olursa olsun yeni pazarlar bulmak zorunluluğu ile yü yüze buldu. Fransız orta-sınıfı faydalandığı çevreyi [halkayı] genişletmek istiyordu. [Fransız orta-sınıfı], Gaspçı’nın [III. Napolyon’un] Avrupa’yı ekonomik politikalarıyla uyumlu olmaya zorlayacak araçları bulacağı umuduyla üçüncü Napolyon tarafından güdülmeye onsekiz yıl boyunca boyun eğdi, ve ancak onun bu amaca hizmet edemeyeceğini anladığında terk etti onu.
Yeni bir ulus olan Almanya aynı ekonomik sistemi benimsemiştir. Kendi yerleşiklerini yerinden eden, şehirlerin açlıktan ölümle karşı karşıya kalanlarla tıka basa dolduğu, birkaç yıl içinde şehir nüfusunun ikiye katlandığı bir ülke var karşımızda yine. Mükemmel makinalarla donatılmış, teknik ve bilimsel eğitimin serbestçe yayılması ile desteklenen devasa bir sınai örgütlenme burada da (üreticilerin kullanımı için değil, ihraç edilmeleri için, efendilerinin zenginleşmesi için ayrılmış olan) ürünlerini yığınlaştırıyor. Sermaye birikir ve Asya’da, Afrika’da, Türkiye’de, Rusya’da karlı yatırımlar arar; Berlin’deki Borsa Paris’teki Borsa ile rekabet içinde yükselir –onu devre dışı bırakmayı amaçlar.
Ardından Alman burjuvazisinin tam kalbinden bir çığlık işitilir. Birlik, hangi bayrak altında olursa olsun (ve hatta Prusya [bayrağı altında] dahi); ortaya çıkan güç, bu sınıfın komşu devletlere ürünlerini ve gümrük tarifelerini dayatmasını, Baltık’ta (ve mümkünse Adriyatik’te) iyi limanların ele geçirmesini; yirmi yıldır tüm Avrupa’yı ticari yasaları saptamakla ve ticari anlaşmalar dayatmakla tehdit eden Fransa’nın askeri gücünün kırmasını sağlayacak olduktan sonra [birlik!].
1870 savaşı bir sonuçtu. Fransa artık pazarların müdiresi değildi; burada üstünlük kurmaya çalışan Almanya idi. O da, kazanmaya olan açlığıyla, sömürü alanını genişletme yönünde (sınai krizleri, finansal çöküntüleri, ekonomik yapısının temellerini kemiren belirsizlik ve sefaleti hepten önemsemeyerek) bitip tükenmez bir çabaya girişti. Afrika sahilleri, Korsika’nın hasadı, Polanya ovaları, Rusya’nın kıraç stepleri, Macaristan’ın “puszta”ları, Bulgaristan’ın güllerle kaplı vadileri, İspanya’nın ihmal edilmiş mirası olan buğulu ormanları, bunların hepsi Alman burjuvazisinin iştahını kabartıyordu. Öyle ki, sık sık kötü ekilen ovalardan, “büyük sanayi” şanına erişmemiş bu şehirlerden, fabrika artıklarıyla henüz kirlenmemiş bu nehirlerden geçerken, bu manzara karşısında Alman tüccarının kalbi kan ağlar. Onun düş gücü, bu nadasa bırakılmış ovalardan nasıl zengin altın hasadı yapmanın yollarını bulacağını, Başkent’in fabrikalarındaki karsız yerleri nasıl sıkı sıkıya çalıştıracağını resmeder. Kendi kendine bir gün “uygarlık” adına, yani “sömürü” adına, Doğu’da yeni bir evi olacağına yemin eder. Bu arada mallarını ve demiryollarını İtalya, Avusturya ve Rusya’ya dayatmak için elinden gelenin en iyisini yapacaktır.
Ancak bunlar da sırasıyla kendilerini komşularının vekaletinden kurtarıyorlar. Bunlar da yavaş yavaş “sınai” ülkelerin çevresine sokuluyorlar; ve bu küçük burjuvaziler kendi sıraları geldiğinde ihracat yoluyla zenginleşmeyi talep ediyorlar. Son birkaç yıl içinde Rusya ve İtalya sanayilerini geliştirmekte büyük adımlar attılar, ve köylüler hiçbir şey satın alamadıkları –en kara sefalete [mahkum oldukları]– için, burada da yine imalatçıların üretmeye çalıştıkları şeyler ihracat içindir.
Sonuç olarak, Rusya, İtalya ve Avusturya da pazarlar bulmak zorundadır; ve Avrupa’dakiler halihazırda zaten doldurulmuşken, (bir gün seçilen parsalar üstünde savaşa gidilmesi kesinken) Asya veya Afrika’ya dayanmak zorundadırlar.
Bu gibi durumda, onun yönelimini belirleyenlerce sanayiye dayatılan niteliğin gereksinimiyle oluşan hangi ittifaklar bağlayıcı olabilir ki? Almanya ile Rusya arasındaki ittifak tamamen geçici bir durumdur. Alexander ve William istedikleri kadar sıkça birbirlerini öpebilirler (Rusya’da gelişen burjuvazi, –aynen karşılık veren– Alman burjuvazisinden samimi olarak nefret edecektir. Rus Hükümeti ithalat vergilerini üçte bir artırdığında, Alman basınında yükselen kızgın haykırışları herkes hatırlayacaktır. “Rusya’ya karşı Savaş” –Alman orta-sınıfının ve ona bağımlı olan işçilerin bu haykırışı–, “1870’e göre bile daha popüler olacaktır.”
Şüphesiz, sosyalizm değil, savaşla karşılaşacaksınız. Eğer devrim bu akıl almaz ve aşağılık durumu sonlandıracak yolda olmasaydı, otuz ya da daha fazla yıl sürecek savaşlarla karşılaşacaktınız. Ancak gelin vaziyetin açıkça farkına varalım. Arabuluculuk, “güç dengesi”, mevcut orduların azaltılması, silahsızlanma; bunların hepsi iyi fikirlerdir, ancak pratikteki etkileri bir hiçtir. Yalnızca bir devrim (üretimdeki makina ve hammaddeleri, Toplum’un refahını üreticilerinin eline geri verdiğinde; üretimin dayandığı [halkın] gereksinimlerini sağlayacak şekilde üretim örgütlendiğinde) pazarlar için yaşanan bu çatışmalara bir son verebilir.
Birimiz hepimiz için ve hepimizin birimiz için emek harcadığında. İçten bir yakarışla barış için yalvaran, ancak dünyanın refahı üstüne üşüşen akbabaların aceliciliği yüzünden bunu elde edemeyen bir ulusun kalbine barışı getirecek tek tılsım işte budur.
Çeviri: Anarşist Bakış