1. sayfanın devamı
Haziran ayında yapılan Rio+20 zirvesinde Türkiye’nin “en iyi sürdürülebilir” kalkınma projelerini hazırlayarak temsilci paydaşlar adıyla zirveye katılan kurum ve kuruluşların neredeyse hepsinin, kentsel dönüşümden ekolojiye, kadın mücadelesinden yoksulluğa birçok alanda asıl yıkımın baş mimarları olması şaşırtıcı değil elbette.
Öyle ki, Solaklı Vadisi’nde yaşamı için direnen ve vadilerine HES yapılmasını istemeyen köylüler, bu projenin ortağı ve kredi sağlayıcısı Şekerbank’ı, çevre projeleri kapsamında dünyaya akıl verirken bulabilir. Kentsel yıkım projelerinin baş mimarı olan hükümetin yerel bekçisi İstanbul Büyükşehir Belediyesi, dünyaya nasıl faydalı birer belediye olunması gerektiğini anlatabilir. Dünyada binlerce işçiyi öldüren ve dünyadaki su rezervlerinin 3’te 1’ine yakın bir kısmını yöneten Coca Cola’nın ‘ekolojik’ mucit yarışmaları, yeni mucizeler yaratabilir. Elbette tüm bunların yanında dünyada yeşil ve ekonomik bir yıkımın nasıl sürdürülebileceğine dair planların bir parçası olarak Greenpeace, Tema, TTGV ve birçok sivil toplum kuruluşu, toplumu, bu sömürgecilerle kurulan bir diyalogun parçası haline getirebilir. Peki, bu diyalog, nasıl bir diyalog?
Diyalog ve Müzakere: Bir Teslimiyet Meselesi
Bugün siyasal alandan sosyal yaşama kadar birçok alanda aktif bir şekilde kullanılan diyalog kavramı, müzakereci demokrasinin en revaçta tuttuğu uzlaşma yöntemlerinden birisidir. Diyalog, sözlük anlamıyla ‘karşılıklı konuşma’ manasına gelse de her sözcük gibi sözlükte durduğu gibi durmaz. Ve aslında her sözcük gibi, manipüle edilmeye açıktır. Müzakerenin önü ‘muarefe’ ardı ise ‘muahede’dir.
Yani muhatabınla ilk önce tanışır, sonra tartışır ardından da anlaşırsın. Amaç derdini sana ‘müzakere yolunu açanların’ dilediği şekilde çözüme ulaştırmak ise, iktidarla diyalog kurmak en kullanışlı yöntemdir. Yukarıdan lütfedilen ve yalnızca birkaç ‘şanslı’ temsilcinin mazhar olabildiği bu ‘diyalog ve müzakere süreci’, yalnızca iktidarın dilediği güzergâhta gidebilenlerin sahip olabileceği bir tür ‘fırsat eşitliğine’ tekabül eder.
Ancak bu fırsatlar, öyle herkesin doğuştan sahip olabileceği türden değildir. Bu eşitliğe sahip olabilmek için, ilk önce iktidarın istediği şeyleri, onun istediği yöntemlerle ve çizilen sınırlar içinde söylemek gerekir. Sınırı aşmak, toplumsal alandaki meşruluğunun iktidarlarca topyekûn saldırıya uğraması demektir. Dilediğin konuyu tartışabilir, müzakere edebilirsin ama onu asla eylemselliğe dökemezsin. Her doğrudan eylem, kamusal meşruluk hanende bir eksiye dönüşme tehlikesini taşır.
Egemen ile ezilen arasında olduğu varsayılan eşitlik ise, sosyal, kültürel ve ekonomik çelişkiler göz ardı edilerek sağlanır. İktidarla diyalog bir tür ‘entegrasyon’ fırsatı olarak sunulurken, sisteme entegrasyonun da anahtarını içerir. Bu süreç, sömürüyü bir takım elitler için kullanışlı hale getirirken, sömürüyü güvenli bir şekilde sürdürebilmek için vardır. Her şeye sahip olanlarla hiçbir şeye sahip olmayanlar arasında kurulacak temsili diyalog, tam da bu yüzden meşru olmaktan öte mümkün değildir.
İşçi, patron ve hükümetler arasındaki uzlaşma koşullarını sağlamak ve sömürü sistemini daha güvenli hale getirmek için kurulmuş Uluslararası Emek Örgütü (ILO), 2009 yılında yayımladığı Küresel İş Paktı’nda “diyalog” kavramının gerekliliğinin altını tükenmez kalemle çizmişti. ILO, sosyal ve siyasal gerilimin arttığı zamanlarda, sosyal diyalog mekanizmalarını önemsemenin ve daha çok kullanmanın hayati öneminden bahsederken, aslında bir devrim kavramının gerçekliğinden korkulduğunu açıkça ilan etmişti. Rusya eski Maliye Bakanı Aleksey Kudrin, Putin iktidarına karşı siyasi tutsakların derhal serbest bırakılması talebinde bulunan 120.000 kişiye yaptığı konuşmada “Bir diyalog platformu gerekiyor yoksa devrim olacak, yoksa Rusya’da barışçıl bir değişim için önümüzdeki şansı kaybedeceğiz” demişti. Ve işin en kötü yanı, efendiler, varlığını sınırsız büyüme ve sömürü kavramlarından alan kapitalizmin sınırsız büyümesine yardımcı olmak için, yanlarına işçi ve emek örgütlerini çağırıyordu.
İnsanlar arası eşitsizliğin ve adaletsizliğin ‘kural’ olduğu bir sistemde, rasyonel bir tartışma zeminini ‘eşitlik ve adalet’ şiarıyla yapmak, gerçekten de ancak liberal bir aklın ürünü olabilir. Bu nedenledir ki varlığını ezilenlerin kanını emerek devam ettirebilen bir sistemin verebileceği eşitlik, Afrika’da 30 Afro maden işçisinin ‘police’ler tarafından tarandığı dakikaya kadardır. Ama her nasılsa masada söz konusu Afrika’nın kalkındırılması ise herkes ‘eşittir.’
Elbette toplumsal muhalefetin bu vb. konularda iktidar üzerinde uyguladığı baskılar sınırlı da olsa sonuçlar vererek egemenleri kendi ezberlerini bozmaya zorlamakta. Ancak, ezen ile ezilen çelişkisinden doğan devrimci mücadeleye karşılık, liberal demokrasinin isyancılara ‘sınırları aşmamak’ şartıyla tanıdığı diyalog hakkını kullanmak, kimi zaman politik bir baskı ve manevra amacını taşısa da çoğunlukla talepkar ve düzen içi bir çözüm yoluna işaret etmektedir. Bugün mücadelenin kendisini, esnafla müşteri arasında geçen bir tür ‘pazarlık’ meselesi olarak gösteren ve ortada açık bir şekilde duran sınıfsal ve sosyal çelişkiyi ‘karşılıklı anlaşıp konuşularak çözülebilecek’ teknik bir meseleye indirgeyen sistem, kendi meşruluğunu bu tarz STK ve STK’laşmış örgütler aracılığıyla uzlaşma masalarında sağlamaktadır.
Diyalog kavramını kişiler, kurumlar ve karşıtlıklar arası çözümün ‘ideal’ şekli olarak gören ve bu yöntemi dayatanlar, ‘diyaloğun bittiği yerde savaş çıkar’ diyorlar. Bu barış nasıl bir barıştır ki yıllarca bizlere yoksulluk, acı ve kan getirdi. Silahların temsili olarak susmasına ‘barış’ diyebilenler, sömürünün sessiz sedasız ve kuralına göre yapılmasını istiyorlar. Hâlbuki ezenlerin egemenliğinde barış, savaş terörünün gölgesinde hepimizin rızasıyla gerçekleşmiş bir teslimiyettir. Ezilenler için arzu edilen gerçek barış, kapitalistlerin ve akıllı liberallerin diyaloglarıyla değil, ezenlerin savaşta da barışta da bitmeyen savaşına karşı, “savaşarak” kazanılacaktır. Ve bu “savaş”, tüm egemenlik biçimlerini hayatlarımızın en ücra köşelerinden çıkarana dek sürecektir…
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 3. sayısında yayımlanmıştır.