Çalışmaktan başka her şey yasaklanmıştı: sokakta yürümek, eğlenmek, şarkı söylemek, dans etmek, buluşmak, her şey yasaklanmıştı…
1984, G.Orwell
2.Dünya Savaşı sırasında Auschwitz’de veya başka bir toplama kampında bir Yahudi veya Çingene olduğunuzu düşünün. Kafanızı kaldırıp duvara baktığınızda o meşhur Alman özdeyişini görüyorsunuz: “Arbeit macht frei!”. Çalışmak özgürleştirir! Hayatta kalmak için o umuda tutunduğunuzu düşünün; “Yeteri kadar özverili çalışırsam ben, çocuklarım, arkadaşlarım, halkım özgürlüğüne kavuşabilir demek ki.” diye düşünürdünüz. Belki de en çalışkan işçilerden biri olurdunuz. Kendiniz de aynı şeyi tekrarlardınız içinizden; “Çalışmak özgürleştirir!” Günler gelip geçerken artık özgürlüğünüzün çalışmaktan gelmediğini anlardınız ve başka yollar arardınız. İşte o zaman devlet için “kullanışlı” değil “riskli” sıfatı taşımaya başlardınız ve sonunda kendinizi -sabun yapılacağınızı düşünmeden- duş almaya götürülürken bulurdunuz. Bu hikâyenin sonunu hepimiz biliyoruz.
Sonunu bilmediğimiz ama bugününe hâkim olduğumuz bir “Arbeit macht frei!” hikayesinden de bahsedelim isterseniz. Son alınan kısıtlama kararlarını biliyoruz. Yaş meselesini tam anlamasak da saatleri artık öğrendik, 21:00-05:00 saatleri arasında sokağa çıkamıyoruz. Hafta sonu ise bütünüyle yasak. Tabi bütün bu saatler, kısıtlamalar beraberinde kocaman bir şerh ile geliyor. Eğer çalışmak için çıkacaksak çıkabiliriz. Onun dışında HER ŞEY yasak. İşçi miyiz? O zaman “çalışmak özgürleştirir”. Çalışmak için fazla yaşlı veya fazla mı genciz? O zaman bize yaşam yasak.
Adı henüz konulmadı ama kocaman bir toplama kampında yaşıyoruz. Bir adam ara ara televizyonlara çıkıyor ve başlıyor konuşmaya, dakikalarca aynı şeyi tekrarlıyor: “Bunlar” diyor “terörist bunlar”, “bunlar” diyor “vatan haini bunlar”, “bunlar, bunlar…” diye sayıklıyor. Sonra da 3-5 dakika “bu yasak, şu yasak” diye konuşuyor. Çok anlamıyoruz neyin yasak olduğunu ama tek bir şeyden eminiz; eğer işçiysen sana çalışmak serbest, gerisi yasak. Sonra biz anlamayanlar için bakanlıklar, iletişim başkanlıkları vs. tercüme ediyor. “Arbeit macht frei!”. Çalışırken devlet için kullanışlıyız, kendimize ait olduğu bile şüpheli olan kendi zamanımızda ise riskliyiz. Bu Auschwitz’in Yahudileri ve Çingeneleri biz çalışanlarız, biz işçileriz. Çalışmanın özgürleştirmediğini de anlıyoruz ama faturalarımız var, kiralarımız var, taksitlerimiz var, kaynaması gereken tencerelerimiz var ama özgürlüğümüz yok. Bu hikâye farklı bir şekilde bitecek mi? Devletin bizi sabun yapmasını mı bekleyeceğiz? Yarına dair hiçbir umut yok mu? Biz, çocuklarımız, arkadaşlarımız, halkımız nasıl olacak da özgürlüğe kavuşacağız? O zaman bu ücretli köleliğin, bu kepaze sömürü sisteminin üstüne bizden önce düşünen birinin sözlerini hatırlamakla başlayabiliriz işe:
“Daha dün çok değil on bin yıl kadar önceleri, insanlar ancak acıkınca inlerinden çıkarlardı(sözgelimi). Hepsinin aynı saatlerde uyanıp, aynı saatlerde inlerinden fırlamaları olacak şey değildi. Bugün bir de bunu her gün yaptıklarını düşünce, aklım durdu. Akıllı hayvan bunu yapar mıydı? Gereksinimi (örneğin açlığı) ona batmaya başlayınca ava ya da toplamaya çıkardı. Günümüzde insanların, yılın hemen her günü ava çıkmaları, sekizden beşe iş talim etmeleri akıllı bir iş mi? Özgür insan, yaşamı tutsaklığa çevirecek kadar akılsız mıydı?… İnsanın hep böyle yaşamadığını anımsadım. Dolayısıyla ileride böyle yaşamayabileceğini düşünerek umutlandım. Bu devletle gelen, devletin getirdiği bir yaşam biçimi (ya da biçimsiz bir yaşam) idi.” *
Bize sadece çalışmak serbestken yaşamak yasak. Bunun sebebi 75 yıl önce neyse şimdi de o. Devlet. Ortadan kaldırılması gereken, aksi halde kendini korumak uğruna insanları sabun haline getirmekten bile çekinmeyen ve mottosu “Arbeit macht frei!” olan devlet.
Burak Aktaş
*Şenel, Alaeddin. “Çalışma, Baban Gibi, Köle Olma.” Cogito Üç Aylık Düşünce Dergisi 12 (1997): 89-92