Her yeni senede, ilgili kurumlar bir önceki seneye ilişkin raporlarını yayınlar. Bu raporlar, bir önceki senenin değerlendirmesidir de. Örneğin, Ekonomi Bakanlığı 2012’nin verileri ışığında, TC’deki ekonominin ne kadar iyi gittiği yalanını atar.
Gelecek senelere ilişkin toplumsal refah öngörülerinde bulunur. Eğitim Bakanı çıkar, kaç çocuğun sisteme entegre edildiğinin bilgisini verir, bu durumun devletin geleceği açısından önemini vurgular.
2013’ün ilk ayı itibarıyla, Adalet Bakanlığı da her zaman olduğu gibi istemeye istemeye verilerini açıklamaktan kaçamadı. Çünkü bakanlık için talihsiz bir durum vardır; onlar adaletsizliğin verilerini açıklamak zorunda kalır. 2012 verilerine göre cezaevlerinde toplamda 135 binden fazla tutuklu ve hükümlü var. Verileri yükselen Adalet Bakanlığı, bu durumun olumlu propagandasını tabi ki yapamıyor. Tıpkı cezaevlerindeki 2824 öğrencinin, 72 gazetecinin, 3558 KCK tutuklusunun hangi adaletin bir sonucu olarak orada olduklarını anlatamadıkları gibi.
Aynı adaletsizliği geciktirmeyip tez elden veren devlet görevlilerinin uygulamalarına ilişkin veriler, işkence sonucu ölümler, yargısız infazlar, faili meçhuller başlıkları altında sıralanıyor. 1990’dan bu yana yaşanan sadece faili meçhullerin sayısı iki bini geçiyor.
Güvenlik kurumlarıyla, kolluk kuvvetleriyle adaletin bekçisi olarak nitelenen devletin “doğrudan adalet” uygulamalarını deneyimleyemeyenler için dolaylı uygulamalar da mümkün. Doğalgaza, elektriğe, suya 2012 senesi boyunca zam üstüne yapılan zamların, nüfusun yaklaşık 15 milyonunun ekonomik durumunun yoksulluk sınırının altında olduğu düşünüldüğünde nasıl “adil” uygulamalar olduğu ortada. Bankalara borçlu 43,5 milyon kişiden, 2,2 milyonu hukuki takiple birlikte, devletin “doğrudan adaleti”ne maruz kalıyor.
Zenginlere özel vergi afları, özelleştirmeler, taşeron şirketleri koruyan yasalar, küresel şirketler için çıkmış güvenlik yasalarıyla devletin kime adalet sağladığı açık. Sadece 2012 yılı itibarıyla, kayıt altında yaklaşık 900 işçi ölümü yaşanmıştır. Yaşanan her işçi ölümü devletin“adaletinin” nasıl işlediğini defalarca gösterdi; patronlar devlet tarafından her zaman korundu. 2012 yılında milyonlarca ezileni evlerinden atanlar, “kentsel dönüşüm” kanunlarına dayandırdılar kendilerini. Uygulamaya geçirilen her adaletsizlik hukukuna uyduruldu. Yıkılan 10 milyon konutta oturanlarsa tahliye edildi, evsiz bırakıldı.
Yukarıdaki verilerin hepsi nasıl bir adaletsizliğin içinde yaşadığımızın, yaşamaya alıştığımızın göstergesinden başka bir şey değildir. Bu adaletsiz sosyal, ekonomik koşullar altında yaşamak zorunda bırakılanlar; bu koşullardan kaynaklı uyumsuzluklar yaşadıklarında da tüm adaletsizlikleri görüp ses çıkardıklarında da devletin doğrudan adaletsizliğine maruz kalıyorlar.
Aslında devlet zaten bu adaletsizliğin kurumsallaşmasından başka bir şey değildir. Devlet; çoğunluğun yani toplumun büyük bir kısmının; sosyal, siyasi, ekonomik iktidarları elinde bulunduran azınlıkların istediği gibi yaşamasıdır. Misal; asgari ücret alırken elektriği, suyu, doğalgazı, kirayı, kredi kartı borçlarını, yemenizi, içmenizi, çoluğunuza çocuğunuza bakmanızı aldığınız maaşla karşılamak zorunda bırakılmanız ya da işsizken, ortada bunları karşılayacak bir şey bulamıyorken mülk sahiplerinin refah içinde yaşaması ve bu durumun güvence altına alınmasıdır devlet. İnsanlar arası bu iktidarlı ilişkinin kurumsallaşması devletken, bunun pratikteki en büyük yansımalarından biri mülkiyettir.
Mülkiyet bir sahiplenme sorunudur. Toplumda birilerinin somut ve soyut tüm toplumsal değerlere sahip olması ve diğerlerine bu adaletsizliği dayatmalarıdır. Bu sahiplenme durumu, iktidarla sağlanır. Yani Ağaoğlu’nun arabalarının, villalarının, saatlerinin, oğlunun spor tekne tutkusunun, kızının lüks araba merakının koruyucusudur devlet. Bu kişilere ait mülkün korunmasının anlaşmasının adı hukuktur. Bu hukukla korunur Sabancıların, Koçların, Ülkerlerin, Boynerlerin paraları, pulları. Bu hukukla görünmez kılınır mülk üzerinden yapılan anlaşmalar. Bu anlaşmalar toplumda sosyal, siyasi, ekonomik iktidarı bulunan kişilerin kendi arasındaki anlaşmalarıdır. Halktan sadece bu anlaşmalara biat etmesi beklenir. Toplumda bireyler arası uyumu sağladığı söylenen bu hukukun kurumları olan mahkemeler, hakimler, savcılar, askerler, polisler aslında mülk üzerinden yapılmış gizli anlaşmaların koruyucusudurlar. Bu hukukla, toplumdaki temel adaletsizliği korurlar. Birilerinin zenginliğini, diğerlerinin bütün bu yaşanan adaletsizliklere boyun eğme durumlarını korurlar. Bu yüzdendir ki sözde adalet sağladıkları mahkemelerinin duvarlarında gözümüze sokarmışçasına “Adalet mülkün temelidir” yazar. Ancak ne adaletin temeli mülktür ne de adaleti sağlayan devletin hukukudur.
Adaleti yaratacak değerler, iktidar ilişkilerinin olmadığı, bu iktidar ilişkilerinin devlet ve onun hukukuyla korunmadığı, mülkiyetin insanlar arası bir ilişki biçimi olarak kendini dayatmadığı bir toplumda aranır ancak. İşte bu yüzden, mülkiyet adaletsizliğin temelidir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 7. sayısında yayımlanmıştır.