12 Eylül 2010 tarihinde yapılan halk oylamasında kabul edilen 26 maddelik anayasa değişiklikleri arasında yer alan “vatandaş ile devlet arasındaki anlaşmazlıkları çözümlemeyi amaçlayan” ombudsmanlık sistemi, daha başlarken devletin ne menem bir şey olduğunu gözler önüne serdi. Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in hedef gösterilmesine neden olan TCK’nın “Türklüğü aşağılama” başlıklı 301. maddesinden suçlu bulunmasına ilişkin kararda imzası bulunan 18 Yargıtay hâkiminden biri olan Mehmet Nihat Ömeroğlu, Kamu Başdenetçisi (Ombudsman) seçildi.
Bu, bir yandan öldürten ama diğer yandan da hakkını arıyormuş gibi gösteren kirli bir tezgâhtan başka bir şey değil elbette. Bu atamaya yönelik eleştiriler ise “komik” gerekçelerle sulandırıldı: Meğerse o hakimin, o hakim olduğunu bilmiyorlarmış!
Oysa, kimin kim olduğu çok net ortada. 1915 Soykırımının sorumluları ve bizzat uygulayıcısı olanların yıllar sonra meclis sıralarına dek yükselmiş olması, elbette ki bir tesadüf değil. “Vatan mevzubahis olunca gerisi teferruattır” sözü yalnızca bir vecize değil, belki bu devletin temelini oluşturan bir düstur. Hatta tüm kanun ve kuralların ve hatta anayasaların üzerinde bir ferman. Bu topraklarda yaşamanın bir bedeli var Türk soyundan olmayanlar için. Ya kendi özbenliklerini, özkültürlerini, özinançlarını inkar edecekler ve Türkleşecekler ya da bu toprakları terk edecekler.
Aksi halde devlet kimi zaman açık kimi zaman da gizli yol ve yöntemlerle ya birey birey ya da topluca “bu meselenin hallonulması” için gereğini yapacaktır. Çünkü “vatan toprağı kendi kaderine terkedilemez”.
Devlet için ve bir anlamda da devlet olarak katliam yapan isimler arasında hemen aklımıza güpegündüz 7 devrimciyi öldüren Haluk Kırcı, Bahçelievler Katliamını gerçekleştiren Abdullah Çatlı, bin operasyon yaparak yüzlerce kişiyi gözaltında kaybeden, binlerce kişinin ölümüne neden olan Mehmet Ağar, gazeteci Abdi İpekçi’yi öldüren Mehmet Ali Ağca geliyor.
Ama her defasında, bir şekilde devlet, bu tür katliamları ne tam ne de resmi olarak sahiplenir, ne de tam olarak sorumluların açığa çıkarılmasına katkı sunar. İkili bir yol izler. Hrant Dink’in öldürülmesi olayında da böylesi bir süreç işlemiştir. Silahı kullanan Ogün Samast, “fail” olarak yakalanmış ama kendisini yakalayan polislerle verdiği o meşhur poz öylesine belleklere kazınmıştır ki, bir “katil”den çok bir “vatan kahramanı” olarak sunulmuştur.
Aynı dönemde Necdet Menzir’in “olayın arkasında siyasi bir yan yok, tamamen milliyetçi hassasiyetlere mensup biri tarafından işlenmiş” türünden açıklamalar, sonrasında farklı farklı ortaya çıkacak “hassasiyetler” konusunda bir milat teşkil etmektedir. O hassas insanlar en son, bir Kürt düğününü basacak kadar ileri gidebilmişlerse, bu, bizzat devletin himayesinde gelişen ve şekillenen bir durumdur elbette.
Devlet, türlü yalanlarla katliamlarını gizleyedursun, çok açıktır ki, Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in annesinin Ermeni olduğu haberini gazetesinde yayınlayan Hrant Dink‘in öldürülmesi, tamamen planlanmış, böylece hem Sabiha Gökçen’in intikamı alınmış, hem Türklüğe hakaret etmenin cezasının boyutları gösterilerek ırkçı-milliyetçi ruhlar okşanmış, hem de farklı görüşler dillendirmeye başlayanlara da bir gözdağı vermek amaçlanmıştır.
Ve 1915 Soykırımı’nın sorumluları ve bizzat uygulayıcısı olanların dahi yıllar sonra mecliste olması, asıl katliamcının devletin kendisi olduğunun en somut göstergesidir. 1938 Dersim olaylarının sorumluları arasında, ilginçtir, gene Sabiha Gökçen’in ismini görüyoruz. Sabiha Gökçen bu kez kullandığı uçakla Dersim Alevileri’nin üzerine bombalar ve zehirli gazlar yağdırmakta, bu yaptığına karşılık olarak da ismi bir havaalanına verilmiştir.
Bugün de Ogün Samast, yaşı küçük kabul edilerek az bir cezaya çarptırılarak “adaletin sağlandığı” düşüncesi yayılmaya çalışılıyor. Bu haliyle dosyanın kapanması planlanıyor. Görev yaptığı dönemde binlerce faili meçhul ölümün birinci dereceden sorumlusu olan Mehmet Ağar, tüm bu yaptıklarına rağmen kendi yatacağı cezaevini seçebiliyorsa, aslında Hrant Dink’i 301. maddeden hedef gösteren ve öldürülmesine neden olan bir hâkimin “vatandaş ile devlet arasındaki anlaşmazlıkları çözümlemeyi amaçlayan” bir göreve, ombudsmanlığa getirilmesi de gayet olağandır.
Şaşkınlığımız, bu hakimin nasıl ombudsman olduğuna değil, bu hakimin görev yaptığı saraylarda adalet arayanlaradır.