Milli Savunma Bakanlığı (MSB)’nın 3 Aralık tarihli açıklamasında, TSK mevcudunun 647.939 kişiden 708.054 kişiye çıktığı haberi veriliyor. Bunun yaklaşık 400 bini er ve erbaşlardan yani “zorunlu” askerlerden oluşuyor. Yine Bakanlığın 23 Ekim tarihli açıklamasında, 750 bin yoklama kaçağı ve bakayanın bilgilerinin GBT(Genel Bilgi Toplama) sistemine yüklenmesi için Emniyete gönderildiği bildirilmekte. Ancak bu sayı ne kadar doğru? Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, 2008 yılında DTP Diyarbakır milletvekili Akın Birdal’ın sorusuna verdiği cevapta, 1 milyon kişinin tecilli, yoklama kaçağı ve bakaya olduğunu açıklamıştı. O yıldan bu yana bu rakamı azaltabilecek tek faktör yaklaşık 70 bin kişinin bedelli askerlikten yararlandırılması olmuştur. Geçen 5 yıllık sürede nüfusun artışını göz önüne alırsak, 1 milyon sayısının eksilmesi değil, aksine arttığı söylenebilir. Yani bugün için 1 milyon civarında “asker kaçağı” olduğu söylenebilir. Bu sayı mevcut er ve erbaşların (zorunlu askerlerin) 2 katını da aşar.
Anayasal açıdan “vatandaşlık” kriterinin asli unsuru, sosyal hayatta ise gençlerin, kınalar yakılarak, törenler düzenlenerek yolcu edildiği, bir “kutsal” bir “tabu” haline getirilmiş “askerlik”in, polisçe takip edilen ve adeta kriminalleştirilen bir duruma gelmiş olması sistemin iflasının ortaya serilmesinden başka bir şey değildir. Aslında 1 milyon insanın askere alınmak istenmesi söz konusu bile değildir. Alsanız ne yapacaksınız? Yoksa düşünülen, 2 bin liradan 50 bin liralara kadar uzanan para cezalarını bir kaynak olarak değerlendirmek mi? Sanmam. Askerliğin 3 ay kısaltılmasıyla 70-80 bin askerin terhis edileceği, oluşan eksikliğin de “yakalama”, “para cezası” vb. tehditlerle, asker kaçaklarının bir kısmının korkutulmasıyla giderileceği düşünülmüş anlaşılan. Elbette bu hesap tutar. Ancak sorunun köklü çözümüne yönelik adım atmadan böylesi geçici tedbirlere başvurmak yarayı kaşımaktan ve kanatmaktan başka bir şey değildir.
Evet, bu sistem iflas etmiştir: 1789 Fransız Devrimi’yle tarih sahnesine çıkan “vatandaş orduları” (bugünkü adıyla zorunlu askerlik sistemi) artık süresini doldurdu. Ordular, kullandıkları silahların teknolojik gelişkinliğinden dolayı daha az sayıda ve uzman askerlere ihtiyaç duyuyorlar. Bu pahalı da olsa “mantıklı” bir çözüm. 28 NATO ülkesinden Türkiye dahil yalnızca 6 ülkede zorunlu askerlik sistemi var ve bu sayı hızla düşüyor. TSK’nın da yönelimi bu şekilde. Kürdistan’da yaşanan savaş, bu gerçeği daha bir açıklıkla ortaya çıkardı. Dağlara savaşmaya yollanıp, her gün cenazeleri gelen gençlerin tecrübesizliği ve yoksulluğu toplumu isyan ettirdi. Hemen harekete geçilerek öncelikle savaşan unsurların (komandolar birlikleri) profesyonelleşmesi sağlandı. Ardından, ABD’deki sisteme benzeyen “sözleşmeli askerlik” sistemine geçildi (Bu sistemde henüz başarı yakalanamadı. Açılan 40 bin kadroya karşılık ve sürekli artan vaatlere rağmen alınan asker sayısı henüz 2 bin bile değil). Jandarmanın tamamen profesyonel hale getirilip, İçişleri Bakanlığı’na bağlanması, bir kısmının da yine profesyonel “sınır birlikleri”ne kaydırılması gündemde. Elbette tüm bunlarla birlikte silahların modernizasyonu da son hızla sürdürülmekte. Özellikle son on yılda yerli silah üretiminde büyük bir gelişme kaydedilmiş, TSK’nın silah ihtiyacının yarısı yurt içinden karşılanır duruma gelinmiştir. Amaç “bölgesel bir güç” ve giderek de “küresel bir aktör” olmaktır.
Adalet Bakanı’nın da dediği gibi profesyonelleşmede sağlanacak başarı ile vicdani ret hakkının tanınması da sağlanacaktır. Olabilir mi? Olur. Gerek yukarıda anlatmaya çalıştığım sıkıntılar, gerekse de Avrupa Konseyi ülkeleri içinde vicdani ret hakkını tanımayan tek ülke konumunda olmak da aşılması gereken ayrı bir sıkıntı.
Ancak tüm bunlara rağmen olası bu sürecin önemli bir kırılganlık noktası da var. Çok önemli bir adım ve adeta geri dönülmesi imkansız gibi görünen “çözüm süreci”ne rağmen Kürdistan’da barış sağlanmış değil. Yeniden savaşın başlaması söz konusu olabilir. Ayrıca, bölgede sürekli bir savaş hali var ve her an içine çekilebiliriz. Tüm bunlar sistemin devamını hatta daha kötü senaryoları da gündeme sokabilir. İşte o zaman “Asker milletiz”, “Her Türk asker doğar”, “Asker ocağı, peygamber ocağıdır”, “Vatan parayla kurtarılmaz, uğrunda şehit olunur” gibi propagandalar çok çabuk devreye sokulur ve yine bir kez daha başa dönülebilir.
Bizim tercihimiz “kötünün iyisi”. Eskilerin tabiriyle “ehven-i şer”. Zaten demokratik mücadelenin kendisi de böyle bir şey değil mi? Savaşa değil, barışa odaklanalım.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yayımlanmıştır.