“xanim dikşine wek dayika min Kurdistan
mêr û zarok xeçel bûne weke kurdan”
“hanımım Kürdistan gibi acı çekmektesin
erkekler ve çocuklarsa Kürtler gibi ‘utanç’ içinde”
Batman’ın Sason Köyü’nde, henüz çocukken köy yakmalarla, köy boşaltmalarla, OHAL’lerle, devletle ve devletin adaletiyle tanışmış Mülkiye Demir Kılınç, ailesine deyimiyle Zeyno. Devletin dayattığı koruculuğu reddeden ailesine, “terör”e yardım ediyorlar iddiasıyla başlayan baskılar giderek artmış. Bir bayram sabahı, kahvaltı sofrasındayken basılmış evleri asker tarafında.Teypte çalan “xanima min” bahane olmuş, tüm aileyi gözaltına almış askerler. Abisiyle babasından günlerce haber gelmemiş. Sonrası malum, dayaktan perişan bir şekilde serbest bırakılmışlar…
O gün teypte çalan Kürtçe kasetten dava açılan babası, mahkemesinin son gününde, Sason’un göbeğinde vurulunca; babası hastaneden çıkar çıkmaz, geri dönememişler köylerine, bir daha vururlar da kurtulamaz diye.
Göç edip geldikleri İstanbul’da, uzun yıllar konfeksiyon atölyelerinde çalışmış kardeşleriyle birlikte, sonra SES Plak’ta, sonra da Mezopotamya Kültür Merkezi’nde… Zaten ne olduysa da, ondan sonra olmuş…
Mülkiye şimdi 6 aylık ikiz bebekleriyle birlikte, işlemediği bir “suç”tan dolayı aldığı ceza sebebiyle, 19 Mayıs’ta cezaevine girmeyi bekliyor. Kendinden vazgeçmiş artık, çocukluğundan beri yaşadığı adaletsizliklerden biri daha onu bekliyor şimdi. Ama bebekleri için hayal bile edemiyor.
6 aylık Özgür ve Lorin’i cezaevine yollamakta karar kılmış devletin adaleti. Bu iki bebek henüz konuşmayı bile öğrenemeden, şimdi cezaevinin dört duvarıyla, demir parmaklıklarıyla, bezlerine kadar aranmalarıyla, gardiyanlarıyla, “görüş bitti” çığlıklarıyla tanışmaya hazırlanıyorlar.
Özgür ve Lorin’in ilk adımlarını “dışarıda” değil, anneleriyle birlikte bir havalandırma esnasında “volta atarken” atmalarına sebep olanlarsa, “hak, hukuk, adalet”ten dem vurmaya devam ediyorlar…
Merhaba. Sizi 6 aylık bebeklerinizle birlikte cezaevine girmek zorunda bırakan “yargılama” süreci nasıl başladı? Kısaca bahsedebilir misiniz?
Bir gün, bir müşteri elinde yüklü bir kitap listesiyle MKM’ye geldi ve listedeki kitapları almak istediğini söyledi. Gelen kişi, bir yıl öncesinden de gelen biriydi, onu hatırlamıştım. Gelen kişi, çok fazla sayıda kitap istiyordu, ben de bu kitapları bulabileceğimi, ama kitapların hepsinin mevcut olmadığını söyleyerek sipariş veren kişinin telefon numarasını aldım. Kitap listesini tamamladığımda, kendisine haber vereceğimi söyledim. O tekrar gelmeden önce, kitapların siparişinin tamamlanıp tamamlanmadığına dair bir iki defa telefon görüşmemiz oldu. Tabi bu görüşmelerin hepsinin dinlendiğinden de daha sonra haberimiz oldu.
Siparişi veren kişi bir hafta sonra tekrar geldi, kitapları aldı, ben de faturasını kestim ve o kişi gitti. Aynı gün yemek için MKM’den çıktığımda gözaltına alındım. Ne için olduğunu sorduğumda, emniyete gittiğimde öğreneceğimi söyleyerek geçiştirdiler.
Kürtçe ismi Navenda Çanda Mezopotamya olan Mezopotamya Kültür Merkezi, ilk merkezini 1991 yılında İstanbul’da kurmuş bir kültür merkezidir. Müzik, tiyatro, sinema, dans gibi alanlarda faaliyet yürütmekte olan kültür merkezinde ayrıca Kürtçe dersleri de verilmektedir. Uzun yıllardan bu yana çalışmalarına devam etmekte olan MKM, Agire Jiyan ve Koma Çiya gibi müzik gruplarının kurulmasına zemin sağlamış; ayrıca Güneşe Yolculuk ve Bahoz gibi sinema filmlerinin çekilmesine de katkıda bulunmuştur. MKM, bugün 14 farklı ilde çalışmalar yürütmeye devam yürütmeye devam etmektedir.
Peki, emniyete gittiğinizde hangi suçlama iddiasıyla gözaltına alındığınızı öğrenebildiniz mi?
Tabi ki hayır. Emniyete götürüldüğümde, yaklaşık dört gün gözaltında kaldım, hakkımda ek gözaltı süresi istediler. Gözaltı süresince ne ile suçlandığıma, neden gözaltına alındığıma dair hiçbir açıklama yapmadılar. Bu süre içerisinde “Sen kimsin, nerenin sorumlususun, kimden talimat alıyorsun” şeklinde ithamlarla beni konuşturmaya çalıştılar. Sorularına cevap vermeyeceğimi söyledikten sonra ise, ısrarlı bir şekilde “sohbet” adı altında benimle konuşmaya çalıştılar. Hakkımdaki dosyada gizlilik kararı olduğundan, avukatıma da bilgi vermediler.
Beni gözaltı esnasında sağlık muayenesine götürürlerken, koridorda, kitap sattığım kişiyi gördüm. Onun da elleri kelepçeliydi. O anda, onun neden gözaltına alındığını düşündüm. Ondan sonra, o kişiye sattığım kitapları düşündüm. Ama sattığım kitapların arasında tek bir illegal kitap bile yoktu; Choamsky, Foucault, Mesnevi, Elif Şafak, Şükrü Erbaş gibi yazarların kitaplarını satmıştım.
Gözaltında tutulduğum dördüncü günün sonunda, benim “örgüt üyesi”ne yardım ettiğimi, o yüzden gözaltında olduğumu söylediler. Önüme bir tutanak uzattılar ve imzalamamı söylediler. Tutanağa bir göz gezdirdiğimde, hakkımda yazılı bir sürü asılsız iddia olduğunu gördüm ve imzalamayı reddettim.
Serbest bırakıldıktan sonra neler yaşadığınız? Yaptığınızı iddia ettikleri bir “suç” neticesinde başlayan bu yargılama süreci nasıl devam etti?
Aslında, ben gözaltından bırakıldıktan yaklaşık iki ay sonra tam olarak neyle “suçlandığımı” öğrendim. Hakkımda hazırlanan iddianameyi okuduğumda, aslında bunu nasıl “kurguladıklarını” gördüm. MKM’den tiyatro ile ilgilenen bir arkadaşımla yaptığım bir konuşmayı bile, iddianamede “delil” olarak kullanmışlardı. Kitap sattığım kişi ile yaptığım konuşmalar da, aynı tutanakta yer alıyordu. Tutanaktaki konuşmalarda, kitap alacak kişi müşteri olduğundan dolayı görüşmelerimiz de siz-biz şeklinde geçiyordu. Fakat polisler bana yapılan konuşmadaki siz-biz hitaplarının, karşıdaki görüşmecinin “çoğul” olduğunu ve benim birilerinden talimat alarak bu işi gerçekleştirdiğimi iddia ettiler. Yani aslında bu da Türkçenin azizliği, nereye çekersen oraya gidiyor maalesef.
Bu süreçte tek bir somut delil olmamasına rağmen, türlü suçlamalara maruz kaldım. Ama mahkeme heyeti kanıttan ziyade, dosyaya ilişkin kanaat getirdi. Dedi ki “Sen Batman’lısın, kökenin şu, Kürtsün, muhalifsin, muhalif bir kurumda çalışıyorsun. Yani aslında sen potansiyel bir suçlusun, potansiyel bir ‘terörist’sin”. Bana dediler ki sen şunu da yapmış olabilirsin, bunu da… Bundan dolayı cezalısın dediler. Yani somut delil yok, kanıt yok; mahkeme kanıtlar üzerinden değil, olabilirlikler üzerinden kanaat getirdi.
Bu dava ne kadar sürdü, yargılanmanız ne zaman sonuçlandı? Hakkınızda verilen cezayı öğrendikten sonra, bunu nasıl karşıladınız? Böyle bir ceza alacağınızı hiç tahmin etmiş miydiniz?
Gözaltına alındığım tarih 16 Kasım 2011’den sonra, Temmuz 2013’te mahkeme bana ceza verdi ve 2 yıl 1 aylık cezam kesinleşti. Cezam kesinleştiğinde, avukatımın şaka yaptığını zannettim. Bu süre boyunca avukatım da böyle bir sonucu asla tahmin etmiyordu, hatta ben son karar duruşmasına bile katılmamıştım. O da çok şaşırdığını ama böyle bir cezaya çarptırıldığımı söyledi. Bir taraftan da, görüyoruz, olmayan suçlarla yargılanan bir sürü insan, cezaevlerine atılıyor, tutsak ediliyor.
Bir süre sonra cezanın bozulması umuduyla, kararı temyize göndermeye karar verdik. Tabi bu süreçte ben hayatıma devam ettim. Gözaltına alındığım tarihin bir gün sonrasında nikâhım vardı. Ama tabi ben dört gün boyunca gözaltında tutulduğum için, nikahı gerçekleştirememiştik. Mahkeme sürerken de ben hayatıma normal bir şekilde devam ettim. Evlendim, hamile kaldım. Bir sıkıntı yaşayacağımı düşünmediğimden, yaşamımda hiçbir şeyi ertelemedim. Bu sırada cezam Yargıtay’a gitti, ben cezanın bozulacağı konusunda yüzde yüz emin iken, cezam onandı. Ben beş aylık hamile iken, cezamın onandığını öğrendim.
Kitap satarak “yardım ve yataklık” ettiğiniz iddia edilen kişinin davası nasıl sonuçlandı peki?
Kitap sattığım kişi, “üyelik” ten 6 yıl 4 ay ceza almıştı. Ardından onun dosyası da temyize gitti. Yargıtay, “Bu kişi örgüt üyesi değildir, kaçakçıdır. Ve yalnızca yardım etmiştir. “ diyerek cezasını “yardım ve yataklık” suçlamasına düşürdü. Benim cezamsa “örgüt üyesi” olarak yargılanan bir kişiye yardım etmek iddiasıyla, “yardım ve yataklık” olarak bırakıldı. Yani sonuçta benim dosyam, “yardım yataklık eden kişiye yardım yataklık” pozisyonuna geldi. Türk Ceza Kanunu’nda böyle bir suça denk düşen hiçbir madde yok, anayasada bu suçu ifade eden hiçbir tanımlama yok. Onun dosyası bozuluyor, benim dosyam onanıyor. O kadar absürt bir durum yani.
Cezanız onaylandıktan sonra ne düşündünüz? Neticede yargılamanız devam ettiği sürede evlendiniz, iki çocuğunuz oldu…
Ben beş aylık hamileyken cezam onandı. İkiz bebeklerimin normal doğumunu beklerken, stresten kaynaklı düşük riski taşıyordum. Bu süreçte avukatımıza danıştık, ne yapabiliriz diye. O da savcıya gidip erteleme talep etmemizi söyledi. Savcının normalde iki yıla kadar erteleme yetkisi var. Ama ben beş aylık hamileyken, savcı doğuma kadar olan süre ve doğumdan sonra altı aylık bir süre için erteleme verdi. Yani cezayı toplamda bir sene erteledi. Bunun ardından ben erken doğum yaptım ve sekizinci ayda bebeklerimi dünyaya getirdim. Yaşadığım yoğun stres sebebiyle, çocuklarım prematüre doğdu. Çocuklarımı da yaklaşık bir ay emzirebildim, sonrasında sütüm kesildi.
Şimdi 19 Mayıs tarihi, yani cezaevine gireceğim tarih yaklaşıyor. Bu süre içerisinde eğer bir mucize olmazsa, 19 Mayıs’ta bebeklerimle birlikte cezaevine gireceğim. Çocukları hem birbirinden hem de kendimden ayıramam. Bu süreçte görüştüğüm doktorlar, cezaevi koşullarının bebeklerim için çok riskli olduğunu, ama bebeklerimin bu süre içerisinde benden ayrı kalmalarının da en az o kadar riskli olduğunu söylediler. Çünkü bu, psikolojik gelişimleri açısından çok önemli. Bebeklerin dördüncü ayda annelerini kaybetme korkuları başlıyormuş ve eğer ben şimdi cezaevine girerek onlardan 1.5 yıl boyunca ayrı kalırsam, bu her iki çocuğum için de geri dönülemez sonuçlar yaratabilir. Uzun bir tartışma-düşünme sürecinden sonra, eşimle birlikte aldığımız karar bu oldu, bana çocuklarla birlikte cezaevi yolu göründü.
Ama bu gerçekleşmesin diye yoğun bir çaba gösteriyoruz. Kapı kapı avukat geziyoruz. Bebeklerimizi geçen ay alıp, savcının yanına gittik. Belki bebekleri görünce vicdanı sızlar, insafa gelir diye düşündük. Ama hiç öyle olmadı, gayet rahat bir şekilde “Bir şey olmaz, bir şekilde büyürler” dedi, geçiştirdi.
Şimdi neler düşünüyorsunuz? Bu adaletsizliğe karşı yapabileceğiniz bir şeyler var mı?
Cumhurbaşkanın af yetkisi var aslında. Avukatımız aracılığıyla bu yönlü çabalarımız var ama bu yol neredeyse imkansız. Çünkü cezaevinde ölüm sınırında olan hasta tutsaklar bile yoğun bürokratik engeller nedeniyle çok zor durumda. Yani cumhurbaşkanı durumu öğreniyor ve müdahale ediyor gibi düşünmek yanlış. Kamuoyu baskısı şart.
Adalet Bakanlığı’nın davayı iade etme yetkisi var. Bu ihtimal üzerinden de girişimlerimiz var. Ben eğer adi bir suçtan dolayı 2 sene 1 ay ceza alsaydım hiçbir şekilde cezaevinin yüzünü görmeyecektim. Ama ben siyasi anlamda bir tarafta olduğum için ve dosyamda “terör” geçtiği için, aslında her şey en baştan beri belli. Zaten benim cezam 2 yıl 1 ay değil de yalnızca 2 yıl olsaydı, cezamın ertelenmesi mümkün olacaktı. O 1 aylık cezayı da zaten özellikle veriyorlar diye düşünüyorum. 1 ay, benim 1.5 yıl cezaevinde yatmama sebep olacak.
Şimdi internet üzerinden “Özgür ve Lorin Cezaevinde Büyümesin” sloganıyla başlattığımız bir imza kampanyası var, yaklaşık 38 bin imza toplandı. Belki şimdi o imzalarla birlikte Adalet Bakanlığı’na gideriz. 6 ay-1 yıl daha erteleme talep ederiz.
Onun dışında, tabi ki kamuoyu oluşturmaya çalışıyoruz. Belki benim durumumda bir şeyler değişir de, bir gün aynı sıkıntıyı yaşayacaklara emsal olur diye düşünüyoruz. İmza kampanyasından sonra, çok farklı kesimlerden insanlar benimle iletişime geçti. Tam insanlığa karşı umudum kırılmışken, gelen destekler, dayanışmalar beni çok mutlu etti. İstanbul’un birçok yerinden, hatta Amerika’dan ve Hollanda’dan beni arayanlar, sizin için neler yapabilirim diye soranlar oldu. Bu dayanışma, bizi çok mutlu ediyor.
Türk Ceza Kanunu’na göre, ertelemenin mümkün olabilmesi “Hükmolunan hapis cezasının iki yıl veya daha az süreli olması” gerekmektedir. Verilen cezanın ertelenmesi, ancak bu koşullarda mümkündür. Aksi takdirde, Mülkiye Demir Kılınç’ın yaşadığı örnekte de görüldüğü gibi, ceza 2 yılı 1 ay bile geçse, cezaya ilişkin bir erteleme söz konusu değildir.
Sizin yaşadığınız duruma benzer, daha önce yaşanmış herhangi bir örnek var mı? Eğer varsa, o örneklerde hukuki süreç nasıl işlemiş, bu konuda bir bilginiz var mı?
Bu duruma benzer bir durum daha önce yaşanmış mı acaba diye ben de eşim de çok uzun bir araştırma yaptık. Birini bulduk, Gazal Dülek, 10 aylık bebeği Şinar ile birlikte girmiş cezaevine. O bir röportaj vermişti, okuduktan sonra dehşete kapılmıştım. Şinar’ın annesi röportajda, cezaevine mama almadıklarını, çocuk için en fazla paket süt verdiklerini anlatıyor. Neyse ki Gazal o sürece kadar, bebeği 10 aylık olana kadar, anne sütü verebilmiş de, o biraz korumuş Şinar’ı. Çocuk ateşlendikçe, gardiyanlar götürmüş doktora, annesinin eşlik etmesine izin vermemişler. Buna benzer o kadar çok olumsuz örnekler yaşamış ki…
Ben de şimdi düşünüyorum, cezaevine girdikten sonra beşik verirler mi, mama verirler mi… Çünkü benim çocuklarım zaten anne sütü de alamadı. Dolayısıyla beslenmeleri, alacakları ek gıdalar çok önemli. Artık çocuklara kıyafet alırken bile “şunu alsam kalın olur mu, cezaevinin soğuğundan korur mu” diye düşünüyorum. Kafam artık buna çalışmaya başladı. Bir taraftan hazırlanmaya çalışıyorum, bir taraftan da hayal bile edemiyorum.
Bu durumu ileride onlara nasıl anlatacağım, bilmiyorum. İlk adımlarını orada atacaklar… Hatta atabilecekler mi, bilmiyorum. Görüştüğüm doktorlar dedi ki; bu durum onların gelişmelerini de olumsuz etkiler, yani geç yürürler, geç konuşurlar. Zaten sütüm kesilince bir kez etkilendiler ve şimdi cezaevinde daha da etkilenecekler.
Şu anda görünen o ki, devletin adaleti sizlere, altı aylık ikiz bebeklerinizle birlikte cezaevine girmekten başka bir yol bırakmıyor. Böyle bir olası tutsaklıktan sonra, sizce çocuklarınızın yaşamları bu durumdan nasıl etkilenecek? Büyüdüklerinde, 6 aylıkken cezaevine kapatıldıklarını öğrendiklerinde, sizce neler düşünecekler?
Ben ileride bu durumu onlara anlatırım ama onlar bu devlete, bu yargı sistemine nasıl bakarlar, hiç bilemiyorum… Ben, Kürt olmam sebebiyle, ailemle birlikte çok uzun yıllar boyunca türlü sıkıntılar yaşasam da, hiçbir zaman bir Türk hakkında olumsuz bir şey düşünmedim. Hatta eşim Adanalı bir Türk. Kimliğinden ötürü kimseyi yargılamadım. Ama şimdi, biz bebeklerimle birlikte cezaevine girdiğimizde ve onlar yaşadıkları bu adaletsizliği yıllar sonra öğrendiklerinde, öfkelenecekler.
Tamam, ben artık yapmadığım bir şeyi kabul ettim, ama bu iki bebek ne olacak? Bu bebekler, cezaevinden devlete düşman olarak çıkacak. Öfkelenecekler. Ben bunun önüne geçemem. Bu adalet sistemi de, devlet de aslında kendi elleriyle kendine düşman yaratıyor.
Ben artık kendi suçsuzluğumdan, haksız yere cezaevine girecek olmamdan geçtim. Ama şu iki bebeğin cezaevine girmesine karşı yapılacak şeyler olmalı. Birileri isterse, tek bir gecede bir sürü yasa değiştirebiliyorlar. Ama bu iki bebek için neler yapılabilir bilmiyorum… Eğer bebekler olmasaydı, ben ağzımı açıp tek kelime etmezdim. Ben zaten bir sürü insanın haksız yere cezaevinde olduğunu düşünen biriyim. Ama şu an, şu bebekler için haksızlık bu…
Benim artık bu devletin adaletine de, yargısına da, hukukuna da güvenim kalmadı. Hiçbir yargı sistemi, hiçbir ideoloji iki tane bebeği dört duvar arasına kapatamaz. Gerekçesi ne olursa olsun. Diyelim ki ben gerçekten o kitapları sattım, örgüte yardım ettim. Bunun cezası bu mu olmalı? İki bebeğin cezaevine kapatılması mı olmalı?
Eğer bir yolu bulunmazsa, 19 Mayıs’ta ikiz bebeklerinizle birlikte cezaevine girmek zorunda bırakılırsanız, sonrası için ne düşünüyorsunuz? Bebeklerinizle birlikte yaşamak zorunda bırakıldığınız tutsaklığın ardından ne planlıyorsunuz?
Şimdi sistem bana şunu söylüyor, kitap okuma, kitap satma, düşünme, sorgulama… Karşınızdaki sistem o kadar sert ki; beton, esnemez; beton, oynamaz… İşte bu sistemin savunucuları da en az o kadar sert. Çocukların cezaevinde büyüyeceğini söyleyen savcı kadar sert. Şimdi bu durumda kimden nasıl bir hesap soracağız… Cezaevinde çocukların başına bir şey gelse, hastalansa, havale geçirse, zamanında yetiştirilemese… Bunun hesabını kim verecek? Kimi kime şikâyet edeceksin?
Cezaevinden çıktıktan sonra muhtemelen yine muhalif bir kurumda çalışmaya devam edeceğim. Kendi yaşadığım adaletsizliğe ve adaletsizliklere karşı sessiz kalıp, sinmeyeceğim. Bu durumu çocuklara anlatmaya çalışacağım…
Yıllar önce bir kaset yüzünden evimiz basılmış, sürgün edilmişimiz, köyümüze geri dönememişiz… Şimdi ben bir kitap yüzünden ceza alıyorum… Böyle şeyler yaşarken, iki bebeğin cezaevinin dört duvarı arasına hapsedileceğini bilirken, geleceğe ne kadar umutla bakabilirim ki?
Röportaj: Merve Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.