Geçtiğimiz 31 Mayıs günü İstanbul’da neredeyse sıkıyönetim günlerini aratmayacak bir gün yaşandı. Sokağa çıkmak, bir yerden bir yere gitmek, hele de Taksim’e yaklaşmak neredeyse imkânsızdı. Çünkü o gün, bundan tam bir yıl önce yaşanan Gezi İsyanı’nın birinci yıldönümüydü ve başta Taksim Dayanışması, herkesi o gün Taksim’de olmaya, “Gezi’yi anmaya” çağırıyordu.
Oysa bundan tam bir yıl önce, sokaklara çıkan, alanları dolduran, tam iki hafta boyunca Gezi’de farklı bir deneyim yaşayanlar, bizler, bu isyanı bir şeyin yıldönümü diye başlatmamıştık. Sabrımızın bittiği, öfkemizin patladığı, cesaretimizin bizi taşıdığı bir an gelmişti ve biz o anın birer parçasıydık artık.
O “an”, belki önceden planlanmamıştı, belki tam da düşünüldüğü gibi gerçekleşmemişti, ama olmuştu işte. Artık, o “an” yaşanır olmuştu.
Paris’te bütün bir yaşamı durdurup kaldırım taşlarının altındaki kumsalı gören komünarlar da sabırlarının bittiği yerde örmüşlerdi barikatlarını. İşte o an var olan korkularından sıyrılıp, yeni bir yaşam uğruna yaşamlarını daha net ortaya koyabilmişlerdi.
Günde 8 saat mücadelesi yürüten anarşist işçilerin, önce kendi kasabalarındaki, sonra da birçok eyalette fabrikalarındaki üretimi durdurup alanlara taşmaları ve bu yüzden patronların silahlı güçlerince hedef alınarak katledilmeleri de böylesi “an”lardan biridir. Yıl 1886’dır.
Devletin baskıcı kanunları yetmezmiş gibi bir de örgütlü oldukları sendikalarını kapatmaya yönelik yeni bir düzenlemenin yapılmak istenmesi, bir yanda İzmit’ten, diğer yanda Topkapı’dan işçilerin yollara düşüp şehrin merkezini kilitlemesi de böylesi “an”lardan biriydi.
Yoksulların, işçilerin, evsizlerin, kısaca bütün ezilenlerin öfkesinin ne zaman patlayacağı önceden kestirilemez.
Elbette patronlar da, devletler de yukarıda sadece birkaçını saydığımız direnişlerden korkmakta, bir benzerlerinin oluşmaması için de elinden geleni yapmakta, ya bu direnişleri hiçleştirmeye gayret etmekte, ya da unutturmaya çabalamaktadır.
Elbette, ezilenler, zincirlenen ayakları, kırbaçlanan bedenleri, makinaya kaptırılan kolları unutmayacak. Üzüntümüz öfkemizi, öfkemiz isyanımızı besleyecek.
Ama unutmamak demek, yalnızca hatırlamak demek de olmamalıdır. Eğer 1886 unutulmamış olsaydı, bugün hala günde 10 saat, 12 saat çalışma diye bir şey olmamış olurdu. 15-16 Haziranlar unutulmamış olsaydı, taşeron sistemi uygulanıyor olamazdı.
Bugün Gezi İsyanı’nı yaşamış, bu isyanın bir parçası olmuş olan bizler, son bir yılda katledilen arkadaşlarımızı unutturmamakta da samimi ve kararlıysak, sokağa çıkmak için yıldönümünü, anmaları, 31 Mayısları beklemek yerine, yeni “an”lar yaratmanın peşine düşmeliyiz.
Nasıl ki, kapitalizm şu anda da var, öyleyse isyan da şu anda da olmalı.
Ancak o zaman, yeni yeni anmalar yapmak yerine düşlediğimiz bir yaşamı kurabilmiş oluruz.
Gürşat Özdamar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır.