Geçtiğimiz sene Mayıs ayının sonunda bir şeyler oldu ve Taksim Gezi Parkı’ndan başlayarak öngörülmemiş bir durum çıktı açığa. Yaşanan kimilerince darbe girişimi, kimilerince masum taleplere yönelik şiddete tepki ya da iktidarın yaşamlara müdahalesine yönelik birikmiş öfkenin taşmasıydı. Kim ne derse desin 2 hafta boyunca Taksim Gezi Parkı’nda kolektif olarak yaratılan ve yaşanılan bir şeyler vardı. Ve bu İstanbul’la sınırlı da kalmayarak birçok kente yayıldı. Birçok kesim ve kişi, ortaya çıkan halet-i ruhiyeye “Gezi Ruhu” dediler.
Şüphesiz Gezi Parkı etrafında şekillenen toplumsal hareketlilik homojen değildi, mevcut iktidar yanlıları dışında hemen hemen her kesim bir ucundan kendi meşrebince dahil oldu bu hareketliliğe. Bu nedenle de Gezi etrafında şekillenen hareketliliğin, farklı kesimler bakımından birbirinden çok farklı -kimi zaman hemen hemen birbirine zıt- anlamlar taşıdığı açık. Uç bir örnek vermek gerekirse, bir taraftan Gezi’nin çıkış noktası olan polis şiddetine karşıtlıkla beraber tüm güvenlikçi yaklaşımları reddeden ve “kimsenin askeri olmayacağız” diyenler, öbür yandan “mustafa kemalin askerleriyiz “ söylemleri ve orduyu göreve çağıran darbeci militarist söylem bir arada olmasa dahi, yan yana görüntü verdi. Ama Taksim Gezi İsyanı birincisinden yana şekillendi. Bu nedenle bu yazıda “Gezi Ruhu” derken bir şekilde bu süreçte görüntü veren her bir söylem değil, isyana hâkim olan genel söylem ve pratik kastedilecektir.
Çünkü “Taksim Gezi isyanı”, toplumdaki ezilen kesimlerin birbirlerine omuz vererek birlikte gerçekleştirdikleri bir kalkışmaydı. Ve iki haftalık bu sürecin doğru bir okuması da ancak ezilenlerin örgütlü mücadelesi perspektifinden yapılabilir.
Gezi Parkı’nın şiddetle zapt edilmesinden sonra sokak eylemlilikleri devam etti. Bir taraftan da mahalle forumları, işgal evleri, bostan direnişleri, işgal edilen fabrikalardaki özyönetim deneyimleri Gezi’nin devamcısı olarak hayata geçirilmeye çalışıldı ve bunların bir kısmı halen devam ediyor. Mahallelerdeki hareketliliğin isyan sonrası seyri bakımından bir şeyler yazmak için hem henüz erken ve hem de bu konu ayrı bir yazıyı hak ediyor şüphesiz. Ancak her cumartesi Taksim’e yapılan çağrılar, şaşmaz bir şekilde aynı şekilde devam eden toplaşma, su ve biber gazı servisi, ara sokaklarda barikat kurup bir süre çatışma ve gözaltına alınanlar dışında evlere dağılma seremonisi, isyan sürecinde açığa çıkan adrenalinin fetişi haline döndü. Azalan kitle, artan şiddet ve sıradanlaşmayla birlikte bu da gün geçtikçe daha da etkisizleşen bir seyir izledi ve sokak da eski seyrine döndü. Gezi’nin yıldönümündeki cılız eylemliliklerden sonraysa iktidara yakın gazetelerde coşkuyla “gezi ruhuna el fatiha” haberleri yapıldı.
Gezi’den sonra aynı cümleyi iki farklı tonlamayla sık sık duyar olduk: “Nerede gezi ruhu?” Biri herhangi bir toplumsal adaletsizlikte, isyan günlerindeki karşı çıkışı arayan sitemkâr ton. Diğeri ise o iki haftalık süreçte yaşananlara duyulan özlemi ifade eden nostaljik “nerde o eski günler” tonu.
Allaaşkına nedir bu “Gezi Ruhu” denen şey, hem nasıl oldu da bir vardı bir yok oldu. Nerede arayalım da bulalım onu? İşte yukarıda yazılanlarla bir giriş yapmaya çalıştığımız bu yazının cevap bulmaya çalışacağı soru tam da bu. Ancak ruh soyutluğunda değil, açığa çıkan söylem ve pratiklerin somutluğu üzerinden o “ruh”un bileşenlerini ve bileşemeyenlerini ortaya koymaya çalışacağız.
O halde önce nelerin var olduğundan bahsetmek lazım. Her şeyden önce sokağa çıkmış isyan vardı. Gezi Parkı’nı yıkıp yerine kışla/AVM/otel/rezidans/kültür merkezi vs. dikeceğiz diyen iktidar, Gezi Parkı park olarak kalsın diyen insanlar ve bu insanlara sabahın köründe gazla copla pervasızca saldıran, çadırları yakan polis… Elbette polis şiddeti yeni değildi. İster emek sömürüsüne karşı dursun, ister adaletsizliğe; ister deresine kurulan HES’e karşı dursun, ister köyüne yapılan kalekola devlet copunu mermisini hiç esirgemedi halktan. Üstelik 1 Mayıs 2013’le birlikte Taksim’de eylem yapmak yasaklandı ve yapılan her tür eylem ve basın açıklaması polisin şiddetiyle dağıtıldı. Ancak her bardağın bir taşma noktası vardı. Evlerinde oturup lanet okumakla yetinen sessiz çoğunluk sokağa çıktı yani isyan etti. Sokaktaki toplumsal muhalefetle birleşince devlet bir mevzi kaybetti, çünkü beklemediği bir şeye hazırlıksız yakalandı.
Sonra direniş vardı. Dövüşerek kazanılan mevziler, barikatlarla devlete kapatıldı. İktidar tüm gücüyle yüklense de, her defasında geri püskürtüldü. Elbet sonsuza dek böyle kalamayacaktı, herkes bunun bilincindeydi. Ama olsundu, önemli olan ne kadar süreceği değil, nasıl sürdüğüydü.
İşte burada paylaşma ve dayanışma girdi devreye. Herkes yeteneğini koydu ortaya. Kimi barikat kurdu, kimi yemek yaptı. Kimi gaz yedi, kimi gaz yiyenlere talcidli su verdi. İnsanlar evlerinde battaniye-elbise getirdiler orda kalanlar için, polisten kaçanlara kapılarını açtı, kapının önüne limon-süt bıraktılar. Kimi mesleğini herkesin hizmetine sundu; yaralıları tedavi etti, karakollarda gözaltı peşinde koştu. İşte isyana rengini veren temel şey de buydu.
Ve şimdiye kadar sokakta hiç ya da pek yan yana gelmemiş kesimler birlikte omuz omuza direndiler. Sınıf mücadelesi, kadın, LGBT, ekoloji, gençlik hareketi, Kürt halk hareketi gibi birbirinden kopuk mücadelelerin özneleri bir arada eylediler. Şimdiye kadar sadece kendi derdiyle dertlenen kesimler, esasen dertlerinin ortak olduğunu anlamaya başladılar. Şekiller değişse de öz hep aynıydı. Taraflar farklı olsa da değişmeyen şey tahakküm ilişkisiydi. İşte bu bir aradalığın yarattığı şey, tahakküm ilişkilerinden birine karşı mücadele yürütülürken diğer tahakküm ilişkilerini devam ettirmeme, yok saymama gerekliliğiydi. Bu ise yeni iktidar ilişkileri doğurmadan mücadele etme pratiğini geliştirdi. Örneğin “Küfürle değil inatla diren” diyen kadın hareketi, direnişte kullanılan cinsiyetçi söylemleri değiştirdi.
Olan şeylere bakıldığı gibi paralelinde olmayanlara da bakılabilir. Direnişin yarattığı her şey iktidarın bir mevzisini yıkar. Mesela paylaşmanın olduğu yerde kapitalizm barınmaz. Dayanışmanın olduğu yere iktidar sızamaz.
Bu liste uzayabilir ama uzatmaya gerek yok. Ancak anlatmaya çalıştığımız şudur, bugün özlemle yâd edilen ve adına Gezi Ruhu denilen şey, soyut bir ruh değildi. Orada hep beraber yaratılan değerler, yaratılan bir direniş kültürü ve kolektif bir yaşam vardı. Burada bir isyanın formülünü çıkarmak derdinde de değiliz. Ancak neyi aradığımızı bilmeden onu bulamayız. Neyi istediğimizi bilmeden onu yaratamayız.
Tersinden söylemek gerekirse, orada yaşanılanın, yaratılanın ve yıkılanın ne olduğunu iyi tahlil edersek, o direnişi her an ve her yerde yaratabiliriz. Bir fabrikada veya işçilerin çalıştığı herhangi bir işyerinde, bir okulda, evde ya da sokakta. Her neredeysek orayı direnişin mekânı haline getirebiliriz. Yeter ki isyan edelim, direnelim, paylaşma ve dayanışmayı düstur edinelim ve bunları yaparken de iktidarı kendi içimizde yeniden üretmeyelim.
Davut Erkan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır.