En kötüsü sınırlar sınırlarını çizemez bile. Kadının acısı bir başka kadına göç eder durur. Akşam yemeği yerken sesini rastgele kıstığınız; televizyondan yaşama hevesini gizlemeye çalışan bir haber spikeri tarafından cinayet haberi almanızla, bir polis merkezinden aranıp kızınızın cinayet haberini almanız aynı hikayenin başlığı değildir. Bir topluluğun arasından çıkıp gelirler cenaze günü. Sırtınızı sıvazlayıp sakinleşmenizi söylerler. Oysa öfkedir kadının gardı. Oysa dedim ya; sınırlar sınırlarını çizemez. Bir anneyseniz ve bir kadın, aynı acı içerinizde göç eder, göç eder durursunuz. Yemek biter televizyon kapatılır. Birkaç cık cık çekilir, suratlar buruşur, evet gerçekten kederlenilir belki. Fakat en nihayetinde uyunur.
Her şeye rağmen milyonlarca kadın var yarına inanan. Ve şimdi ataerkinin vücut bulduğu bir katil tarafından katledilen Özgecan için sokaklara göçmeyi, adaletsizliğin dile getirilişini gerçekleştirmeyi planlar.
Özgecan’ın annesi o gece uyumaz. Bu ilk değildir. Kız çocuğu olan anneler hiçbir zaman rahat uyumaz. Binlerce kelime vardır sıralayabileceği, binlerce haykırış. Oysa mutfakta bir sandalyede ileri geri ağır ağır sallanarak kızının o minibüste nasıl öldürüldüğüne dair görüntüler getirir gözünün önüne. Kızının sesini tanır. Kızının korkusunu tanır. Kızının korktuğunda nasıl ağladığını tanır. Hiçbir ses yeterince tanıdık gelmez. Sesine tanımadığı “erkek”lerin sesi eklenir. O dekoru en ince ayrıntısına kadar tekrar düşünür. Ağır ağır, mutfaktaki sandalyede sallanarak düşünür. “Yere yatırmışlar mıdır, ağzını tutmuşlar mıdır, çok canı yanmış mıdır, Özgem annesini çağırmış mıdır, duyan olmuş mudur.” Daha hızlı sallanır mutfaktaki o sandalyede.
Mutfaktaki o sandalyeyi iyi hatırlayın. Babasından dayak yiyen kız çocuğunu ve her gece sessizce gözyaşı döken milyonlarca kadını, ataerkinin kurbanı olan kadınları…
Naz Çopur
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.