“Bak, bu Erdoğan’ın eseridir. Erdoğan baksın! Zavallı halkı ne hale getirdiğini görsün! Bir göz odada, altı güne dayanamayıp intihar eden… Ve bu da zavallı annesidir. Dünya baksın, görsün! Erdoğan, Esedullah Timi’yle Nisêbîn girmiş! Allahsızlar Nisêbîn’e girmişler…”
Mêrdîn’in Nisêbîn ilçesinde, 20 Kasım günü sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Sokaklar, devletin askerleri, tankları, panzerleriyle talan edildi. Yağdırılan bombalarla, doğrudan hedef alınarak açılan ateşlerle, bir halk, devlet eliyle yine katledilmek istendi. Nisêbîn’de süren sokağa çıkma yasağı sebebiyle, engelli annesini altı gün boyunca hastaneye götüremeyen Emin Öz, evinde kendini astı. İşte yukarıda yazılı olan cümleler de, Öz’ün ölümünü belgeleyen bir komşusunun ya da akrabasının kaydettiği görüntülerde sarf ettiği sözlerdi.
Devlet korktuğunda… İlçeye giden tüm giriş-çıkış noktaları, aynı devletin kollukları tarafından tutulur. Ardından, sokakta kalanın ne olursa olsun “imha edileceği” şekilde, sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Yüksek binalara yerleştirilen keskin nişancılar, hedef ayırt etmeksizin, çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek… katleder.
Devlet korktuğunda… Sıkıyönetimin uygulandığı bölgede bulunan evler ve iş yerleri ayrım gözetmeden ve içinde kim olduğuna bakılmadan yakılır, yıkılır.
Devlet korktuğunda… Keskin nişancılar ya da profesyonel katiller, evinin önündeki merdivenlerde otururken beş çocuk annesi bir kadını da; yerde yatan yaralıya yardım etmeye çalışan 75 yaşındaki bir kadını da katleder. Katledilenler sokaklarda teşhir edilir, yakılanların başında halay çekilir, kentin tüm duvarlarına ırkçı nefret kusan yazılar kazınır. Sokaklarda panzerler, akrepler, TOMA’lar, tanklar… Günler boyu kesilen su, elektrik…
Devlet korktuğunda… Yiyecek yoktur; yemek pişirmek için bahçede yakılan ateşe atılan bomba vardır. Hastane yoktur, yaralıya gelen ambulansa açılan ateş vardır.
Devlet, korktuğunda, gelir. Sûr’a, Bismil’e, Farqîn’e, Cizîr’e, Nisêbîn’e ve Dêrik’e… Devlet, bu topraklara, asla var olmadığının ve hiçbir zaman da var olamayacağını bilmenin korkusuyla gelir.
Bu gelişin bir öncesi de vardır elbet.
Özyönetim bölgelerine gelmeden önce 6000 kişilik ordusuyla başlattığı “motivasyon operasyonlarıyla”; sözde ele geçirildiği iddia edilen dağları ve ovaları, kollukların başarısı gibi gösterilmesiyle; askerinin, polisinin ve hatta savcısının bayrak açarak çektiği hatıra fotoğraflarıyla devlet, sanki korkmuyormuş gibi göstermek için çabalar. Ama devlet korkar ve tam da bu korkuyla gelir; yakar, yıkar, talan eder ve katleder.
Varlık sorusu, hiçbir şeyin olmamasının değil, bir şeylerin var olmasının yarattığı bir şaşkınlığın sorusudur. Var olmak, “orada olmak” ya da “orada olan varlık” olmak demektir. Tam da bu yüzden, öncelikli olarak mekanla ilişkilidir. Yani var olmak, bir mekanda fiziki olarak bulunmaktır. Eğer “o” mekanda ise vardır, değilse yoktur.
İşte devletin hissettiği korku da, orada -Kürdistan’da- olamamanın; daha basit tanımıyla olmamanın yarattığı korkudur. Çünkü devlet, tarihler boyunca ne Sur’da ne Bismil’de ne Cizîr’de ne de bölgenin başka bir noktasında var olabilmiştir. Katliamların ve yıkımların sebebiyse failinin doğrudan devlet olduğu Tahir Elçi’nin cenazesinde Demirtaş’ın söylediği “devletsizlik” hali değildir. Çünkü devletin varlığı zaten, doğrudan bir şekilde, yok edişlerin, katledişlerin ve “faili belli” cinayetlerin üzerinde yükselmektedir; Kürt halkı ise tarihinin en başından bu yana var olmak yani yaşamak için direnmiştir.
Kaçınılmaz olarak, devletin bu gelişinin bir de gidişi olacaktır; tıpkı Farqîn’de geri çekilen askerlerin görüntülerindeki gibi. Devlet, halkın yuhalamaları arasında, ıslıkları eşliğinde, sloganlarının yankılanışında gidecektir bu topraklardan ve özgür yaşamdan. Bir halkın yenilmezliğin görüntüsünde “yok olup” gidecektir. Dilden dile yayılan bu slogandaki gibi gidecektir:
Siwar Hatin Peya Çun!
Serhat Budak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 30. sayısında yayımlanmıştır.