Meydan Gazetesi’nin bir önceki sayısında ilk kısmına yer verdiğimiz “Anarşistlerin Seçim Tartışmaları” yazı dizisinin ikinci kısmına bu sayımızda yer verdik. Farklı coğrafyalardan anarşist birey, grup ve örgütlerle “seçimler” başlığında gerçekleştirdiğimiz röportajlarla beraber, seçim aldatmacasıyla sunulan temsiliyet sistemini sorgulamaya çalıştık.Yerel seçimler öncesinde ve sonrasında yer verdiğimiz bu yazı dizisiyle, umutlarını sandıklara bağlayanlara toplumsal muhalefetin yerinin neresi olması gerektiğini hatırlatmaya çalıştık. Bu yazı dizisiyle ortaya koymak istediğimizin, farklı bir siyasal gerçeklik arayışı ve uygulanışı olduğunu, bir önceki yazımızın giriş kısmında bahsetmiştik.İkinci yazımızda, Worker Solidarity Movement (İrlanda)’dan Paul; Federazione Anarchica Italiana’dan Dario ve Anarchist Group Amsterdam’la yaptığımız röportajlara yer verdik.
Chiapasların, Rojavaların, Taksim-Gezi’nin seçimlerle, sandıklarla kazanılmadığını hatırlatarak…
Öncelikle ülkenizdeki güncel politik durumdan bahseder misiniz; kaç parti var ve halk üzerindeki etkileri nedir? Bu partiler gerçekten iddia ettikleri gibi toplumun içindeki kesimleri temsil ediyorlar mı? Ve eskileriyle yenilerini karşılaştırırsak, siyasi partilerde büyük değişiklikler var mı?
Paul: İngiltere’ye karşı bağımsızlık kazanıldıktan sonraki iç savaşı takip eden ilk seçimlerin yapıldığı 1923’ten beri sırayla iktidara gelen iki egemen parti var – Fine Gael ve Fianna Fail. Bu iki parti iç savaşın iki tarafını temsil ediyor ve çoğu İrlandalı ailenin soyu birine ya da ötekine dayanıyor. Her iki parti de sağ kanat, savaşı kazananlar, Fine Gael (FG), ulta-muhafazakar tam sağ; ve kaybedenler, Fianna Fail (FF), popülist merkez sağ. Savaşı kaybetmesine rağmen, FF cumhuriyetin kısa tarihinin çoğunda efektif olarak iktidarda kaldı. Bir de ufak Emek Partisi var. Sosyal-demokrat oldukları varsayılıyor ama iktidara sadece en sağ kanat parti FG’nin küçük koalisyon ortağı olarak gelebiliyor. Bugün, kriz, emlak değerlerinin düşüşü ve Troyka’nın kurtarma planı sonucunda düşen FG koalisyonu yerine, FG-Emek koalisyon hükümeti var. Ayrıca Troçkistlerin ve bağımsızların (hem soldan, hem “o-kadar-sol-değiller”den) oluşan Birleşmiş Sol İttifak bloğunun beş üyesi parlamentoda ama blok dağıldı. İrlanda seçim sisteminin, buranın yerel ve kayırmacı politikaları nedeniyle birçok bağımsız parlamentere yer açan garip bir yapısı var.
Dario: Tıpkı Avrupa’daki diğer ülkeler gibi İtalya da sert bir ekonomik krizle karşı karşıya. Toplumsal koşullar birkaç yıl önce hayal bile edemeyeceğimiz seviyelere indi. İtalyan Endüstri Konfederasyonu’nun (patronların birliği) en son açıklamasına göre üretim %25 azaldı. İşsizlik %15’e, genç nüfus içindeki işsizlik %41’e yükseldi. Yöneten sınıf krizden faydalanıp karlarını ve emek sömürüsünü artırıyor. İşçilerin koşulları kötüleşiyor ve sürekli işsizlik tehdidi altındalar.
2011’den beri bu kemer-sıkma politikalarını yürüten geniş-tabanlı hükümetler, parlamentoda hem sağ hem sol partiler tarafından destekleniyor. Bu partiler şimdi de, halkın kurumlara olan inancı kaybolduğu için, yeni liderler çıkarıyorlar ve koalisyon değişikliği yapıyorlar.
PD (Demokratik Parti) son genel seçimlerde ilk partiydi ve şimdi yenİ bir lideri var: Matteo Renzi. Son haftalarda partisinin, Enrico Letta (PD) yönetimindeki geniş tabanlı hükümete olan desteğini geri çekti. Böylece Şubat’ın son günlerinde Letta’nın yerini Renzi aldı ve şimdi aynı geniş koalisyon tarafından desteklenen yeni hükümetin başında. PD, 1991’den sonra üç kere ismini değiştiren eski Komünist Parti. PD, şu anda orta-sol partilerin en büyüğü. PD, son yıllarda ABD ve NATO’nun savaşlarını destekledi ve çalışma koşullarını kötüleştiren, ücretleri düşüren iş kanunları önerdi.
2009’da Silvio Berlusconi’nin kurduğu sağın büyük partisi PDL (Özgürlüğün İnsanları) artık yok. 2013’te PDL’nin aşırı-sağ kanadı ayrılarak Fratelli d’Italia (İtalya’nın erkek kardeşleri, ulusal marşın ilk mısrası) partisini kurdu. Tekrardan muhafazakar birliği sağlamak istediler fakat başaramadılar. Son aylarda PDL tümüyle bölündü. İçişleri Bakanı Angelino Alfano, geniş tabanlı hükümeti doğrudan destekleyen NCD (Yeni Merkez- Sağ)’yi kurdu. Berlusconi, parlamentodan atıldıktan sonra siyasi arenada tekrar rol kapmak için eski partisi doksanların Forza Italia’sını mezarından çıkardı.
Lega Nord partisi (kuzey ligi), kendini kuzey İtalya’nın göçmen işgali ve devletin uyguladığı vergilere karşı son savunması olarak tanımlayan, sağ-kanadın ırkçı bir partisi. Bu parti doksanlarda doğdu ve geçen yıla kadar kuzeyin endüstri bölgelerinde çoğunluğu sağlıyordu. Propagandası Roma bürokrasisine ve güney bölgelerin “parazitliğine” karşı odaklanmıştı. Aslında bu yirmi yıl içinde kuzeyin mitini büyük işletmeler, kumarlar ve onlarca milyonluk karlarla birleştirmişlerdi. Lega Nord son yıllardaki rüşvet skandallarından sonra çökmeye başladı.
Sol ve komünist partiler geçen yıllarda PD hükümetinin savaş yanlısı ve emek karşıtı politikalarını destekledikleri için birliği kaybettiler. Bu yüzden solun çoğu parlamento dışında.
Şubat 2013’te yapılan son genel seçimlerde tüm bu partiler oy kaybettiler ve oy vermeyenlerin oranı yükseldi.
Bu durumda, tartışmasız, partiler toplumun gerçek bir temsili değiller, tasarruf tedbirleri tüm partilerin (sol ve sağ) desteğini alıyor ve partiler sadece kemer sıkma politikaları yürütmek için istikrarlı hükümetler kurmaya çalışıyorlar.
Son genel seçimlerde, eski komedyen Beppe Grillo’nun liderliğinde M5S (Beş Yıldız Hareketi) denilen yeni bir parti, %25’e ulaştı ve üçüncü oldu. Bu parti eski politikacı sınıfın rüşvetçiliğine karşı pozisyon aldı ve yoksullaşan orta sınıfta birlik sağladı. Bu, politik krizden faydalanmaya çalışan yeni popülist partilerden sadece bir tanesi. M5S kendini, rüşvete karşı ve doğrudan demokrasi taraftarı, internette doğan bir hareket olarak sunuyor. Gerçekten de internete dayanan, militanı, ofisi ve eski partilerin kullandığı geleneksel yapıları kullanmayan bir parti. Fakat M5S, doğrudan demokrasiyi sadece içi boş bir slogan olarak kullanıyor çünkü hem yerel, yem de genel seçimlere katılıyorlar. Dahası, üyeleri internet üzerinde partinin duruşunu tartışıp oylayarak tanımlasa da gerçekte politik pozisyonlara liderleri karar veriyor. Bu parti değişimin tek yolu olarak kendini öneriyor ve bu da devlet için kullanışlı çünkü geleneksel partilerin kaybettiği güveni tekrar politik sistem içindeki bir alternatife yönlendiriyor.
AGA: Hollanda’daki politik durum hakkında uzman olmadığımı söylemeliyim. Fakat seçimler ve etrafındaki anarşist örgütlenme hakkında fikrim var, o yüzden bu soruları cevaplamak isterim.
Hollanda’da temsili sistem var. Bu, pratikte her zaman bir koalisyon hükümeti olması ve birçok farklı siyasi partinin olması anlamına geliyor. Bu aynı zamanda, sanılanın aksine aralarında neredeyse hiç fark olmaması anlamına geliyor. Tabii ki ben bir anarşistim ve parlamenter politikaya hiçbir ilgim yok, birçok insan benim söylediğime katılmayacaktır. Ama şöyle bakın: Parlamentodaki 12 siyasi parti arasında, ‘Hayvanlar Partisi’nden 50 yaşın üstündeki insanların partisi (50PLUS)’a ve ‘Sosyalist Parti’ye kadar, hiçbir anti-kapitalist parti yok. Anti-neoliberal parti bile yok, belki SP hariç.
Partilerin üçü ‘Hristiyan’ parti ve görünüşe göre bunun anlamı kadın haklarına ve LGBT meselesine tepkili bir tavırları var (yine de bence hiçbiri homoseksüelliğe açıkça karşı çıkacak kadar ileri gitmeyecektir). Bunun dışında ılımlı neoliberal ve AB yanlısı bir gündemleri var.
Sol kanat kabul edilen üç partiden sadece Sosyalist Parti sol gözüküyor, o da bir yere kadar. Yüzeyin altına biraz indiğimizde, her zaman bir anti-göçmen duyarlılık varlığını sürdürüyor. Diğer iki parti devlet bürokrasisinde sadece birer kariyer aracı ve onlardan ‘sol’ olarak bahsetmenin ideolojik bir temeli yok. Dahası bu partiler aşırı sağın politik çerçevesini sahiplendiler.
Aşırı sağda Özgürlük ve Demokrasi için Halklar Partisi (VVD) ve yandaşı Özgürlük Partisi (PVV) var. Şu anda iktidarda sayılırlar (Emek Partisiyle (PvdA) birlikte ama bu bir kariyer makinasından başka bir şey değil).
Bugün, üç partili sistemin yaklaşık 55 yılda geldiği noktada, politik manzara istikrarsız hale geldi. Hollanda’da, nerdeyse her yerde olduğu gibi, refah devletini söken ve özelleştirme ve baskı gibi neoliberal politikaları yürütenler ‘sol’du. İşçi sınıfının üst katmanındaki ve orta sınıfın alt katmanındaki seçmen, aşırı derece ihanete uğramış hissediyor ve sağ kanat bunu kendi lehine kullanıyor. Sağ kanat oy kazanmak için ulusalcılığı, yabancı düşmanlığını ve korkuyu olabildiğince kamçılıyor. Bu yolda, inanılmaz bir hızla sağa kayarken kontrolü kaybetmekten korkan muhafazakar elit dışında karşılarına çıkan kimse yok. Bu kayma devam ederken seçim sonuçlarının pek önemi yok gibi gözüküyor.
Anarşistler bu siyasi yapıyı nasıl etkiliyorlar? Siyasi arenadaki sözü nedir?
Paul: İrlandalı anarşistlerin parlamenter yapı içinde ya da yerel yönetimlerde doğrudan hiçbir etkisi yok çünkü ne seçimlere giriyoruz, ne de diğerlerine oy aktarıyoruz. İrlanda’da yerel yönetimlerin alışılmadık kadar zayıf olduğunu belirtmemiz gerekir. Fakat bir politik aktivistin bir yerel üyesi olarak seçilip parlamento üyeliği olma yolunda “yağlı direğe” tırmanması nispeten kolay. Dolayısıyla, anarşistler dışında sol eğilimlerin hepsi, liberal sol, stalinist, troçkist, her neyse seçim siyasetiyle meşgul oluyor. Anarşistler, bu politik kampanyalara bulaşmanın sol aktivistlere verdiği hasarları eleştiriyorlar, çünkü bütün dikkatlerini adayların görünürlüğünü artırmaya ve İrlanda’nın politik dünyasındaki bağımlılık ve kayırmacılık ilişkilerini korumaya veriyorlar. Bu da sıradan insanları kendi işlerini yapmaktan alıkoyuyor ve bunun yerine işleri bir şefin onlar yerine yapmasını talep ediyorlar.
Dario: Anarşistlerin toplumdaki ve politik duruma etkileri, toplumsal hareketlerle doğrudan ilişkili. Şu anda anarşist hareket bir “avangart” değil. Etkisi, işçilerin ve ezilenlerin, devletin baskısına, kapitalizmin tahribatına ve sömürüsüne karşı verdiği mücadelelerden geçiyor. Bu hareketler güçlü olduğunda, anarşist etki de güçlü oluyor. NO TAV hareketinde bunun net bir örneği var. Bu halk hareketi yirmi yıldır, devletin yüksek-hızlı-tren yolu için uranyum ve asbest dolu dağlarda tünel kazmak istediği Susa Vadisi’nde ekolojik katliama karşı savaşıyor. Anarşistler başından beri bu hareketin içindeler. Şimdi TAV hareketi karar alma sürecinde anarşist yöntemlere çok yakın yöntemleri benimsiyor ve uyguluyor. Yüzlerce insan, hareketin meclislerinde, hiyerarşik bir yapı olmadan, her seferinde oybirliğine ulaşmaya çalışarak tartışıyor. Hareket aynı zamanda mücadele biçimi olarak doğrudan eylem uyguluyor ve baskılara karşı dayanışmayı örgütlüyor.
Son yıllarda NO TAV hareketi İtalya’daki tüm hareketler için gerçek bir model oldu.
Bu hareketler içinde anarşist etkinin çok güçlü olduğunu söyleyebiliriz.
Ne var ki İtalya’da tasarruf tedbirlerine karşı geniş bir hareket yok, işçi mücadeleleri hala zayıf ve mücadele alanları hala bölünmüş durumda. Yani anarşistler sadece mücadelelerin olduğu ve anarşistlerin bu mücadeleye katıldığı şehirlerde toplumu ve işçileri etkiliyorlar.
AGA: Şu anda anarşistleri ulusal politik arenada etkileri yok denecek kadar az. Radikal solda seçim siyaseti karşıtı tavırlar çok karışık. Bazıları sağa kayışı tersine çevirmek için SP’ye oy verilmesini savunuyor. Bazıları güçlü bir ‘sol’ hükümetin bir şekilde radikal solu ve anarşistleri ‘koruyacağını’ bile düşünüyor (bana sorarsanız hiç gerçekçi değil). Ve oy vermeyip (oy pusulalarını yakan fotoğraflarla birlikte tam tekmil) ayaklanma çağrısı yapan bir kısım var. Fakat tartışmanın dönüp dolaştığı yer SP’ye oy vermek ya da hiç oy vermemek.
Anarşistlerin özellikle seçim zamanlarındaki yaklaşımı nedir? Ve bu yaklaşım toplumda nasıl yer alıyor?
Paul: Geçmişte “Hiç-kimseye oy verin, Hiç-kimse sorunlarınızı dert ediyor, Hiç-kimse sizi gerçekten dinleyecek” gibi sayısız hiciv kampanyası yaptık. Fakat şimdilerde öyle geliyor ki, böyle bir yaklaşım sadece alaycılığı yaygınlaştırıyor ve seçimlerin kendisi kadar güçsüzleştiriyor. Dolayısıyla genelde sadece seçimlerden değil, anti-seçimcilikten de uzak duruyoruz. Bize göre sorun insanların oy kullanması değil, oy kullanmak dışında hiçbir bir şey yapmadan bir şeyleri değiştirmeyi beklemeleri. Bu yüzden seçim zamanı bütün sol, adayların fotoğrafları gazete ve TV’ye çıksın diye sembolik olarak eylemlere katılmak ve seçim gezileri yapmak somut hiçbir şey yapmazken, biz doğrudan eyleme dayalı kampanyalar yürütüyoruz ya da desteklemeye çalışıyoruz. Ayrıca kendi çevremiz için, seçim yerine doğrudan eylemi neden seçtiğimizi anlatan öğretici çalışmalar (miting, propaganda, vb.) yapıyoruz.
Dario: Anarşistler olarak politik güç sorununda net pozisyonlarımız var. Anarşist hareket 1872’de İsviçre’de, Saint Imier Kongresi’nde doğdu. Kongrenin kararı şu anlama geliyordu: “herhangi bir politik iktidarın yok edilmesi proletaryanın ilk görevidir”. Dolayısıyla oy vermemek, anarşistler için bir taktik ve strateji meselesi değildir. Anarşizmin teorik sisteminin bir parçasıdır.
Oy vermemek ideolojik bir soru değildir, sadece bir slogan değildir. Somut bir pozisyondur çünkü anarşistlerin istediği şey, işçilerin ve halkın, eylemleri yoluyla herhangi bir politik iktidarın baskısından kurtulduğu, öz-yönetime dayalı, devrimci bir toplumsal dönüşümüdür.
İtalya’da anarşistler seçimleri boykot propagandası yaparlar. Bu kampanyada anarşistler somut toplumsal alternatiflerin örneklerini de gösterirler. İşçiler ve halk, sadece anarşistlerin iktidarı istemediğini ve hiçbir zaman onları ezmeyeceğini ya da sömürmeyeceğini biliyor.
İtalya’da şu anda oy vermeme oranı çok yüksek ve belki de oy vermeme kampanyaları yapmak daha önemli. Partilere artık güvenmeyenler ve oy vermeyenler aslında devrimci değiller. Ama anarşistler onlara bir değişim yolu gösterebilir ve öz-yönetimin somut örneklerini verebilirler.
AGA: Anarşistler Hollanda’da ufak bir azınlık ve seçimlere anarşist bir yaklaşım uzun zamandır yok. Bunu bazı çıkartmalar ve posterlerdeki sloganlarla özetleyebiliriz: Oy verme, kararları kendin ver! Ve eğer oy vermek bir şeyi değiştirebilseydi çoktan yasaklanmış olurdu. Seçimlerde verilen oy sisteme olan güvenin oyu olarak da görülebildiği için insanlara oy vermeme çağrısı yapıyoruz.
Ama son zamanlarda insanlar bu tutumlarını değiştirmiş, seçimler sirkinin vadettiği imkanların kokusunu almış gözüküyorlar. Artık o kadar içi boş bir ritüel (Bir Demokrasi Şöleni!) haline geldi ki, o kadar gerçeklerden uzaklaştı ki, çoğu insan, bazı anarşistler bile, basitçe, kime oy verdiğinizi geçin, oy verip vermediğinizin bile fazla önemi olmadığını düşünüyor. Dolayısıyla meseleyi oy vermeye odaklamak gerçekten anlamamak demektir.
Anarşist bir ağ örgüt olan Vrije Bond’a bağlı bir grup, iki yıl önceki genel seçimler zamanında astıkları afişlerde biraz farklı bir yaklaşım getirdiler. Örneğin bir tanesinde Tahrir Meydanı’ndaki bir Mısırlı kadın vardı ve şöyle yazıyordu: Bu Mısırlı kadına oy verilemiyor… Ama yine de o, diğer binlercesiyle birlikte Tahrir Meydanı’nda protesto ederek, bir diktatörü devirmeyi başardı. Bu, anlamlı politik değişimin oy vererek değil kolektif eylem yoluyla olacağına işaret eder.
Anarşistlerin seçim zamanı düzenledikleri ana eylemler ya da kampanyalar nelerdir? Anarşistler tarafından harekete geçirilen bu kampanyalar ya da eylemler amaçlarına ulaştı mı?
Paul: Son seçimler 2011’de, 2008 sonrası kemer sıkma politikalarına ve 2010 Troyka kurtarma paketine karşı kitle hareketlerinin olduğu zamanlarda yapıldı. Çoğunluğun beklentisi, hükümetten kurtulup yerine yenisini koyunca bir değişim olacağı yönündeydi ve bu beklenti hareketi sabote etti. Tabii ki beklentiler gerçekleşmedi.
Dario: Seçimler sırasında anarşistler oy vermeme kampanyalarının yanı sıra her zamanki girişimlerine devam edebilirler. Anarşistler politik girişimlerinin herhangi bir alanında basitçe böyle bir kampanyayı getirebilirler, öz-yönetim örneklerini herhangi bir mücadelede ya da içinde bulundukları herhangi bir harekette verebilirler. Tek amaç devletin ezmesine karşı bir alternatif göstermek olduğu için genelde amaca ulaşılır.
AGA: Seçimlerin aldığı gösterişli saçmalığa alternatif arayan insanlara yönelik yayınlar yapan anarşistler var. Ve 2012’de ‘Tilburg Anarko-cemiyeti’, seçimlerin olduğu gece “Oy vermek daha iyi bir dünyaya götürür mü?” konulu bir forum düzenledi.
Ama seçim siyasetine karşı en iyi propaganda yine seçim siyasetinin kendisidir. Şüphesiz bu zamanlarda politik sistemin boş propagandası bir hezeyana dönüşüyor ve ona kendi mesajınızı iliştirmek çok kolay olmalı. Bu fırsatı, diğer zamanlarda karşımıza çıkanlarla karşılaştırdığımızda, bu dünyanın geçip gitmesini seyretmek yazık olur. Ama artık hatalı şekilde, oy verme eylemine çok fazla ağırlık vermeyi bırakmalıyız. Birkaç yılda bir oy pusulasını doldurup doldurmamanız önemli değil. Bunu bir mesele olarak koymayı tamamen bırakmalı ve gerçek meselelere odaklanmalıyız.
Dünya çapında, birbirinden etkilendiği söylenen hareketler olduğunu biliyoruz. Bunlardan bazıları doğrudan demokrasiye ilişkin büyük deneyimler yarattılar. Ve bazıları da hükümet gücünü amaçlayan partilerin seçim kampanyalarına evrildi. Tüm dünyada meydana gelen bu yeni toplumsal hareketler sonrasında seçimlerin yeni anlamını yorumlar mısınız?
Paul: Bizim için, gerçek hareketlerin – yani üyelerinin gerçekten katılımına, doğrudan demokrasiye, doğrudan eyleme dayalı hareketlerin- temsili biçimlere, seçimciliğe ve sonra da hükümete dönüşmeleri ve ardından kaçınılmaz olarak bunu başlatan gerçek hareketin baskılanmasına yol açması, yeni bir şey değil. İşçi hareketlinin doğuşundan beri sürekli tekrarlanan çok, çok eski bir hikaye. Burada, İrlanda’da Yeşiller Partisi kurulurken radikal iddiaları vardı. Liderlerinin bazıları, Batı Mayo’da Shell’e karşı direnişte doğrudan eyleme katılmışlardı. Bir sonraki seçimlerden sonra Yeşiller Partisi bu son FF hükümetinin küçük koalisyon ortağı oldu ve zamanında direnişe katılan aynı Yeşiller Partisi lideri Shell tesislerini destekleme görevini aldı ve bu işi yaptı. Eğer bir gün Syriza Yunanistan’da iktidara gelirse, hikaye aynı olacak. Hep böyle oldu ve hiç kimse değişik bir sonuç almak için materyalist perspektifte aslında neyin değiştiğini gösteremedi. Deliliğin tanımı, aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı bir sonuç beklemektir sözü, Einstein bunu hiçbir zaman söylememiş olsa da, sol ve seçimler söz konusu olduğunda kesinlikle doğru.
Dario: Değişik ülkelerde, çok değişik geçmişleri olan değişik hareketleri ele almak zor bir iş. Her halükarda, son yıllarda, ezilmeye ve sömürüye karşı yeni bir direniş dalgasının Akdeniz bölgesini ve ötesini salladığı bir gerçek.
Bu yüzden sadece bazı genel yorumlarda bulunacağım. Her şeyden önce, bazı hareketlerin ya da bu hareketlerin bazı kısımlarının sandık yoluna gitmeleri yeni bir şey değil. Ne hareketler, yeni liderler, yeni gündemler çıkabilir ama sandık yolu her zaman aynı “iktidara gelme” mitolojisini takip eder. Bu bir yanılsamadır ve 150 yıllık bir numaradır. Fakat bu son hareketlerde bir şey değişti. Doğrudan demokrasi ve öz-örgütlenme yaygınlaştı. Bu hareketlerin içinde aktif olan anarşistler olarak, devlet olmadan toplumsal ve politik dönüşüm konusunda toplumsal bir tartışma başlatmamız gerekiyor. Bu hareketlerin içindeki direnişin ve öz-yönetimin somut potansiyelini vurgulamamız gerekiyor.
AGA: Seçimler, yöneten elitin sistemi çökertmeden kendi farklılıklarını yarıştırma yoludur. Bugün de eskisinden farklı bir anlam taşıdığını düşünmüyorum. Ama çoğu insan, politikacıların işsizlik, kriz ve ekolojik yıkım konusunda hiçbir şey yapamayacağını artık açıkça görüyor. Tüm dünya meydana gelen isyanlarda gördüğümüz umut verici gelişmelerden biri politikacılara ve politikaya yönelik genel tiksinti. Kolektif mücadele, katılan insanları dönüştürüyor ve öyle büyük ufuklar ve olanaklar açıyor ki sistemin bize sunduğu sınırlı seçenekleri daha da bunaltıcı hale geliyor. Ama şu anda tüm dünyadaki bu toplumsal hareketlerin, temeldeki sistemi yok etmeye gücü yetmiyor. Bu durum değişmediği sürece ‘hareketi temsil etmeye’ hazır politikacılar hep olacaktır ve fark yaratan bir alternatif görmedikleri sürece, onlara oy veren insanlar olacaktır.
Çeviri: Özgür Oktay
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.