Gerçeğin Anlamsızlaştırılmasıyla Sıkıştırılıyoruz!
Gerçeğe duyulan güven azaltılırken, yalanlar manipülasyonla iktidarın iletişim biçiminin gerçeği oluyor. Gerçek, titizlikle saklanarak, bozularak, anlamsızlaştırılarak; bireyler ve toplumlar kendi yaşamlarından uzaklaştırılıyor; daha da ötesi aptallaştırılıyor.
Bir Şeyler Değişirken…
Belki de birçoğumuz hissediyoruz ve tanıklık ediyoruz; dünyada bir şeyler değişiyor. Sınırlar yerinden oynuyor. Yeni bir kavimler göçü Avrupa’nın kapılarını döverken, birilerinin maskesi düşüyor “Avrupanın Değerleri” denen safsata rafa kaldırılıyor. Savaş, terör ve terörist kavramları yeniden yazılırken, savaşın biçimi de değişiyor. Metropollerin ortasında patlatılan bombalar, bir gecede dümdüz edilen şehirler farklı isimlerle yeni savaş kavramlarını süslüyor. Dünyayı sofra, kendilerini ev sahibi ilan edenlerin akşam yemeklerine yeni misafirler ekleniyor, kimisi masadan kovuluyor. Yaşadığımız coğrafyada ve dünyada “otoriter popülizm” ya da “alternatif sağ” denilen yeni bir tür faşizm yükseliyor. Sosyal medya ve sanal ağlar, günbegün yaşamlarımızı kuşatırken; merkez medyalar daha da çirkinleşip daha da çirkefleşiyorlar.
Asıl önemlisi, tüm bunların nedeni ve aynı zamanda sonucu olarak, “gerçeklik” algımız sakatlanıyor. Doğruya ve gerçeğe duyulan güven azalırken, yalan ve manipülasyon asıl iletişim biçimi halini alıyor. Gerçek, titizlikle saklanarak, bozularak, anlamsızlaştırılarak; bireyler ve toplumlar kendi yaşamlarına kör ediliyor; daha da ötesi aptallaştırılıyor.
Yeni Bir Tür Bilgisizlik
Bombalarla parçalanmış bedenler, harabeye çevrilmiş kentler, uc uca eklenmiş yollar, köprüler, tüneller, Partili – Partisiz cumhurbaşkanlığı, suikaste uğrayan bir Rus Büyükelçisi, Avrupa Birliği ile ilişkiler, Trump’ın başkanlık zaferi, Brexit kararı… Pek tabii ki, aynı sahada onlarca oyuncunun olduğu bir tenis maçını seyreder gibi bütün bunları takip etmeye çalışan insanlar. Kimisi telefonun ekranına, kimisi televizyonun ekranına kimisi de, bir başkasının ağzına bakarak anlamaya; öğrenmeye çalışıyor çevresinde ve dünyada neler olup bittiğini. Fakat ortada birbiriyle çelişen o kadar çok bilgi dolanıyor ki, kimse hangisinin doğru olduğunu bilmiyor. Sosyal medyada “Halep’te katliam var” başlığının altında bir dolu katliam fotoğrafı paylaşılıyor bir iki saat sonrada bunların yalan olduğu ortaya atılıyor… Çok geçmeden haberi yalanlayan haberde yalanlanıyor…
Bilgiye ulaşmak açısından bütün avantajlarına rağmen, bir bilginin çok farklı kaynaklardan, farklı yorumlanarak, değişik kullanıcılarına ulaşıyor olması sosyal medyanın başlı başına “gerçekliği zedeleyen” bir özelliği olarak ele alınabilir. Üstüne üstlük, iktidarlarında bu alanı “kendi ellleriyle yarattıkları trol ordularıyla” çok iyi manipüle etmesiyle, merkez medyanın “tek yönlü iletişimine” karşı, “çoğulcu” ve “katılımcı” bir alternatif olarak gösterilen sosyal medyada ya inandırıcılığını yitiriyor ya da -en azından kendi alıcısına karşı- merkez medyanın söylemlerinin yinelendiği bir mecraya dönüşüyor. Ortaya atılan bir yalan haber, -Facebook’un bir özelliği olarak- benzer kullanıcılar arasında yayılarak, büyüyor ve kendi gerçekiğini kazanıyor. Doğru haber ya da bilgi ise zaten o haberin doğruluğunu bilen azınlık arasında dolaşıp, toplumun diğer kesimlerine ulaşmıyor; ulaşamıyor.
Dahası gerçeğin bu şekilde anlamsızlaşması “yeni bir bilgisizlik” üretiyor. Fakat bu bilgisizliğin kaynağında “bilgi eksikliği” değil; “bilgi kirliliği” yatıyor. Dolayısıyla burada kimilerinin iddia ettiğinin aksine, eğitimli ya da eğitimsiz olmak manasını yitiriyor.
Nihayetinde “izleyiciler” izleyici olmaktan çıkıp, sahneye doğru yürüyebilecek bir gerçeğe ya da gerçekliğe bir türlü erişemiyor. Herkes, olan biteni buzlu bir camın ardında izliyor. Kısacası gerçeklik eriyor; anlamsızlaşıyor; atıllaşıyor.
Bir Yalan Nasıl Olur da, Bir Gerçeğe Dönüştürülür?
Yazının başında bahsettiğimiz gibi, dünyada bir değişim var ve bu değişimin en belirgin sonuçlarından ve yaratıcılardan biri de, “Alternatif Sağ” ya da “Otoriter Popülizm” diye adlandırabileceğimiz bir iktidar biçimi.
Özellikle son 3-5 yıldan bu yana, Avrupa’da ve ABD’de hatta yaşadığımız coğrafyada da, “muhafazakar” hareketlerin güçlendiğini görüyoruz. Fakat bu hareketler bildiğimiz anlamda; sisteme içkin olan ve tahmin edilebilir hamleler yapan “merkez sağ” hareketlerinden farklı olarak oldukça marjinal çıkışları, kaba bir popülarizmi birer yöntem olarak kullanan hareketler. İngiltere’de halkın Brexit kararını vermesinde etkili olan UKIP (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) lideri Nigel Farage, ABD’de başkanlık seçimlerini kazanan Donald Trump, Fransa’da ırkçı Ulusal Cephe’nin lideri olan Marine Le Pen, Hindistan’ın iktidar partisi Bharatiya Janata’nın lideri Narendra Modi ve hatta yıllardan beri özellikle Taksim Gezi sürecinin -devamından bu yana- bu stratejileri kullanan AKP ve lideri Recep Tayyip Erdoğan’da bu akımın temsilcileri arasında sayılabilir.
Peki, nedir bu tarz liderlerin ve hareketlerin alamet-i farikaları?
Bu iş için öncelikle tehlikelerle kuşatılmış bir coğrafya (olmazsa yaratılır) ve bu tehlikeleri savuşturabilecek mesihvari bir lidere ihtiyaç duyulur. Bu zat “halktan biri gibi davranan”, “halkın değerlerini önemseyen”; kendinden önce, “halkı hakir gören” elitlerin tahtını sarsan ve ülkeyi eski şanlı günlerine taşıyabilecek projelere sahip olan bir “dünya lideri” olmalıdır. Kimisi yerli ve milli değerleriyle Osmanlı olmaya koşarken, kimisi Büyük Britanya krallığını geri çağırabileceğini; kimisi de Amerika’yı eski şaşalı günlerine çevirebileceğini iddia eder. Burada muhakkak bir düşman vardır. Bu düşman genelde dini ve etnik değerlere göre belirlenir. Bir yanda “göçmenler”, diğer yanda “Kürtler” dış mihraklarla bir olup ülkenin düzenini, insanların refahını, ekonominin istikrarını bozmaktadırlar. Yüzyıllardan beri, milliyetçilik ve din ilüzyonuyla içleri oyulan toplumlar, bu çerçevedeki söylemlerle ayık tutulur. Çevrelerinde bir hayranlık halesi oluşturan bu liderler, zaman içerisinde bunu katıksız bir bağlılığa ve biata dönüştürürler. Durmadan yalan söylerler, her şeyi çarpıtırlar. Yalanlarının ortaya çıkmasını umursamazlar. Bir yalanları ortaya çıktığında, daha büyüğünü söylerler. Zaten eski siyaset ve siyasetçilerden herhangi bir beklentisi kalmayan insanlar; çoğu zaman bile isteye, kimi zamanda istemeden bu yalanlara inanırlar. Ve inanılan her bir yalan, halkla lider arasındaki bağı daha da güçlendirir. Belirli süre sonra, iş öyle bir noktaya varır ki, gerçek bütünüyle ortadan kaybolur.
Aslına bakılırsa, bu aynı zamanda bir suç ortaklığıdır. Liderlerinin vatan, millet, sakarya söylemleri ile bir savaşa girmesini desteklemiş olan halk, bu savaşta yıkılan şehirleri, katledilen insanları bir şekilde vicdanında ve zihninde meşrulaştırmaya ihtiyaç duyar. Çoğu zaman bunu kendi yapamadığından lider tekrar devreye girer ve daha büyük bir yalanla gerçeği daha da diplere iter. Bu böyle sürer gider, her bir yalanda suç ortaklığı büyür, yeni yalanlar ötekini doğurur. Bu dakikadan sonra, bağımsız, objektif bir gerçeklikten söz edilemez. Gerçeklik liderin iki dudağının arasındadır. Bir şeyin varolup olmaması, liderin sözlerine bağlıdır.
Yaşadığımız topraklarda, son dönemde yaşanan olaylar ve gelişmeler bizler için böyle bir akımın pek de yeni olmadığını gösterir nitelikte. İktidar öyle çok, öyle hızlı yalanlar söylüyor ve söyledikleri yalanları yine kendileri öyle hızlı yalanlıyorlar ki, iktidara yakın yayın organları bile çoğu zaman onlara yetişemiyor. Örneğin, dünün öfkeli gençleri ya da direniş hareketi sayılan IŞİD ve El Nusra bir gün içerisinde düşman addedilip eli kanlı teröristler haline gelebiliyor. Rus uçağının düşürülme emrini ben verdim diyenler, çok değil birkaç ay sonra, bu bir “FETÖ Komplosudur” diyebiliyor. Bir zamanlar iktidarını paylaştığı bir cemaati aralarındaki çıkar çatışmaları yüzünden tamamiyle ortadan kaldırmaya çalışıyor. Üstüne üstlük, bu yapıyı büyüten ve onun semirmesini sağlayan kendisi değilmiş gibi kendisine muhalif olan birbirleriyle alakasız tüm diğer kesimleri de “FETÖ”cü olarak yaftalayabiliyor.
Nihayetinde tüm bu olanlar liderin hayranları tarafından görmezden geliniyor. 2023 hedefleri, Neo-Osmanlıcılık, Malazgirt Zaferleri, 15 Temmuz Şehitleri ve benzeri efsaneler, kendi gerçekliğini yaratmıştıyor. Ve artık bu gerçeklikte gerçekliğe zerre kadar yer kalmıyor.
Gerçek-Ötesi Zamanların Kazananları ve Kaybedenleri
İşte tam da bu tartışmaların alevlendiği noktada Oxford yılın sözcüğü olarak Post- Truth sözcüğünü seçmiş ve bunu şu şekilde tanımlamıştır: “tarafsız gerçeklerin kamuoyu fikrini etkilemede duygulara ve kişisel inançlara cazip gelen şeylerden çok daha az etkili olması durumuyla ilgili olan ya da bu anlama gelen.”
Kavramın kendisi her ne kadar 7-8 yıl önce ortaya atılmış olsa da, tam Trump’ın seçilmesinin arifesinde, liberaller-demokratlar tarafından tartışılmaya başlanması bir tesadüf değil. Tıpkı bu coğrafyaya bu meseleyi ithal edenlerin, eski sistemde kısmen de olsa söz sahibi olan liberaller ve Kemalistler tarafından tartışılmasının tesadüf olmaması gibi.
Ellerini iki yana açarak “bu insanlar tüm bunlara nasıl inanıyor?” diye şikayet eden bu zat-ı muhteremlerin de asıl derdi “Gerçeğin Anlamsızlaştırılması” değil, kendi varoluşlarının gitgide anlamsızlaşmasıdır. Çünkü yeni yeni kendini gösteren bu “gerçekdışı” durum, bir önceki gerçekliğin haylaz, terbiyesiz, şımarık ve dizginlemez çocuğundan başka bir şey değildir.
Bu liberal anlayış özellikle 2. Dünya Savaş’ından sonra kendi gerçekliğini yaratmış, insan hakları, demokrasi, uygarlık söylemlerinin altında kapitalizmin yürütücülüğünü yapmıştır. Bu söylemleri istediği zaman uygulamış, istemediği zaman uygulamamıştır. Fakat bugün, bu anlayış devletler ve kapitalizmin toplumların ve dünyanın üzerinde yarattığı tahribatı onaramadığı gibi; aynı zamanda bunu gizleyememiştir ve inandırıcılıklarını yitirmişlerdir. Dolayısıyla, artık kapitalistlerin onlara biçtiği rolü layıkıyla yerine getiremedikleri için, kapitalizm görevi kimi yerlerde “otoriter popülaristlere” devretmiştir ya da bu akım bu boşluktan faydalanıp görevi kapmıştır.
Fakat buradan ikisinin de kapitalizm ürünü olarak aynı şey olduğunu söylemek gibi bir hataya düşmemek gerekir. Elbette ikisi de yalan söylemektedir. Elbette Irak’ta Körfez Savaşı’nı bin bir yalanla çıkartanlar, bugün cumhuriyetçileri yalancılıkla suçlayan demokratların ta kendisidir. Elbette bugün, Recep Tayyip Erdoğan’ı tek adam olmakla suçlayanlar, tek adam geleneğini bütün şiddetiyle 1923’den bugüne taşıyanlardır. Bununla beraber bu ikisini aynılaştırmak, bugünün devrim öncesi İran’ıyla, devrimsonrası İran’ı ikisi de müslümandı diyerek aynılaştırmak kadar abestir.
Peki Hangi Gerçek?
Gerçeğin kırılması, gerçeğin anlamsızlaştırılması elbette yeni bir şey değildir. Genel itibariyle, kişinin yaşamla dolayımsız bir ilişki kuramadığı; kurulmasına izin verilmediği her durum “gerçekliğin anlamsızlaştırıldığı” birer vakadır. Bu durum da, gerçekliği her zaman kendi ihtiyaçları doğrultusunda dönüştüren iktidardan bağımsız düşünülemez. Dolayısıyla iktidar, varlığını biraz da gerçekleri manipüle edebilmesine borçludur.
Yaşamın kendisine bir meydan okuma olan iktidar, yaşamın karşısına her zaman bir kurgu ile çıkmak durumunda kalmıştır. Dinler, uluslar, devletler ve kapitalizm bu kurgunun hem yaratıcısı hem de birer parçasıdırlar.
Son kertede, iktidar kendi gerçeğini yaratıp, bireyi ve toplumları bir kurguya mahkum ederek, kendi gerçekliklerinden uzaklaştırmış ve köleleştirmiştir. Devlet ve kapitalizm de, tarihleri boyunca farklı kurgularla bu oyunu sürdürmüş, kölelerin gerçeklik yani özgürlük arayışı da bugüne kadar süregelmiştir. Ancak bu kurgular her zaman birbirinin aynısı olmamıştır, hatta bazen kurguyu yapanlar da o kurgu içerisinde kaybolmuş gerçeklik freni patlamış bir kamyon gibi içindekilerle beraber bir uçurumdan aşağıya doğru son sürat sürüklenmiştir. Bu uçurum dibinde en az iki büyük enkaz yatmaktadır: Birinci ve İkinci Dünya Savaşları!
Tarihte bu tip zamanlar, genelde dönüm noktalarını işaret eder. Yani gerçekliğin yerine konan kurgu zaman içerisinde gerçekliğin kendisi olarak algılanmaya başlamışken yeni bir kurgu, önceki kurgunun yerini alır. Ve önceki kurguya dair olan birçok şeyi, bazı objektif gerçeklerle beraber yerle bir edebilir. Belki bugün içinde bulunduğumuz durum da, yeni bir kurguya geçerken yaşanan yerle bir olmaya işaret ediyordur.
Elbette bütün bunlar, bir neden-sonuç zinciri gibi uzayıp gitmez. Bu kurguları yazan aynı tarih bu kurguları kendi gerçekliklerini yaratarak yerle bir edenleri de yazmıştır. Yaşamla dolayımsız bir ilişki kurma arzusu, kurgulardan kurtulma mücadelesidir; özgür olma, varolma mücadelesidir! Dolayısıyla bu kurgular varoldukça bu mücadele de sürecektir. Ta ki toplumlar kendi gerçekliğini yaratıncaya kadar!
Özgür Erdoğan
Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 35. sayısında yayınlanmıştır.