Bir yanda, hiçbir güvenlik önleminin olmadığı, her an bir yerlerden büyük taşların yağdığı, kömür taşıyan asansörlerin halatlarının koptuğu, çamur içinde yüzülen bir madende saatlerce çalışarak hayatlarını kazanmaya çalışan işçiler. Diğer yanda bu sefaletin asıl kaynağı olan ve bundan beslenmeyi sürdüren patronlar.
Gözünüzün önüne Soma ya da Kozlu mu geldi? Evet, oradaki koşullar da buna çok benzer ama bu yazıda asıl olarak, 1800’lü yıllarda Pennsylvania’daki kömür madenlerinde çalışan göçmen işçilerin ve özellikle İrlandalıların mücadelelerinin anlatıldığı, Arthur H. Lewis’in romanından Martin Ritt tarafından filme alınan The Molly Maguires’ten söz etmek istiyoruz.
Vizyona girdiği yıllarda beklediği ilgiyi bulamasa da, yıllar sonra büyük bir festivalin klasik kategorisinde tekrar gösterime girdiğinde dikkatleri üzerine çeken ve Türkçe’ye “İhanet” olarak çevrilen The Molly Maguires filminde, kömür madenlerinde kötü koşullarda çalışmak zorunda bırakılan madencilerin örgütü olan Molly Maguires ve bu örgütü engellemek üzere görevlendirilen gizli bir ajanın hikayesi konu ediliyor.
Ajan McParlan’ın Görevi Buydu: Molly Maguires’i Bitirmek!
Filmlerinde sosyal statülerin insan ilişkilerine olan etkisine değinen, özellikle ırkçılık ve işçi sendikalarını konu edindiği eserleriyle tanınan yönetmenin 1970 yılında çektiği bu film, 14 dakika 51 saniye süren ve sadece müzik ile görüntüden oluşan destansı bir sahneyle açılıyor.
1873-79 yılları arasında patlak veren ekonomik krizle, işçilerin yaşam koşulları “yaşanmaz hale” gelir. İşçiler, giderek kötüleşen bu koşullar sebebiyle, öncesinde İrlandalı toprak ağalarına karşı verdikleri mücadeleyi, bu kez de göç ettikleri bu topraklarda patronlara ve devlete karşı vermeye başlar. Grevlerle başlayan mücadeleden sonuç alamayınca ise başka bir yol denemeye karar verirler: Sabotaj! Adeta bir harabeye dönüşmüş maden ocağını, raylara yerleştirdikleri patlayıcılarla kullanılamaz getirirler.
Örgütledikleri sabotaj eylemine karşı işçiler arasındaki dayanışmayı bozmaya çalışan patronlarsa polise başvurur ve işçilerin arasına sızıp bilgi alacak bir “ajan” görevlendirmeye karar verir. Film boyunca Ajan McParlan’ın çeşitli repliklerinden, onun, sistem içinde yükselme arzusunun yanı sıra göçmen nefretiyle bezenmiş ırkçılığı da sezilir. Ancak birbirleriyle özel iletişim yöntemleri geliştirmiş ve sıkı yoldaşlık ilişkileri kurmuş bu örgütlenmenin bir parçası olmak çok zordur.
Pennsylvania’ya bağlı Lackawanna, Luzerne, Columbia, Schuylkill, Carbon ve Norhumberland gibi kentlerde örgütlü olan Molly Maguires, patronlar için ciddi bir tehlikedir ve İrlanda kökenli örgütlerin çoğunda olduğu gibi çalışmalarını gizli yürütür. Bu sebeple, sendika çalışmalarında açık faaliyet yürüten işçiler hedef haline gelir ve işçilerin katledilmeleriyle sonuçlanan saldırılar söz konusu olur.
Maden ocağında kömür tozundan kapkara olmuş sıkılı bir yumruğun, silahlarını işçilere doğrultmuş polislerin bulunduğu yerin tam ortasından deldiği afişiyle akıllara kazınan filmin belki de en vurucu sahnesi, sonunda yer alıyor. Film, göstermelik bir yargılama sürecinin ardından idama mahkum edilen Jack Kehoe’nin, onun hücresini ziyaret eden McParlan’a söylediği “Asla özgür olamayacaksın!” cümlesiyle sonlanıyor.
Ezen ezilen ilişkisine ve bu ilişkinin iktidarlı tarafındaki çelişkileri üzerine yoğunlaşan bu film, çekilmesinin üzerinden yıllar geçtikten sonra dahi aynı etkiyi uyandırabilecek güçlü bir mesaja sahip. 1800’lü yılları anlatan filmde gösterilen çalışma koşullarına Soma’da ve Kozlu’da yaşananlardan aşina oluşumuz, kapitalizmin zamandan bağımsız olarak her yere nüfuz ettiğini gösteriyor. Ama ezilenler, Zonguldak’ta gerçekleşen ve yakın zamanda kazanımla sonuçlanan direnişte de olduğu gibi özörgütlülükleriyle, patronların korkulu rüyası olmayı sürdürüyorlar, sürdürecekler.
Gürşat Özdamar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayınlanmıştır