“Tastamam Bir Tespih, İmamesi Bile Var…”

 

Bazı hikayeler vardır. Ne yapsanız, ne etseniz bir türlü sindiremezsiniz. Onu bir yere koyamaz, öfkeden ve üzüntüden ne yapacağınızı şaşırırsınız. Duyduğunuz andan itibaren boğazınızda bir yumru; sırtınızda ağır bir yük gibi oradan oraya taşır; bir türlü onu bırakamazsınız. Bırakmamalısınız da, çünkü biz o yüke sorumluluk deriz.

***

Kürdistan’da evleri ve yaşamları bir depremle alt üst olan bir aile… Pılını pırtısını toplayıp, Sakarya’ya gelirler. Evin babası inşaat işçisidir. Baba bir süre çalıştıktan sonra, anlaşılır ki hastadır. Akciğer kanseri olmuştur. Yani artık çalışamayacaktır. Evin küçük kardeşlerinden biri, günlük 50 liraya bir inşaatta çalışmaktadır. Babanın hastalığından sonra, yeni bir iş bulmaya karar verir. Bir “HES” inşaatında günlük 125 liraya kalfa olarak çalışma imkanı vardır. Fakat yaşı 16 olduğu için kuzeninin kimliğiyle başvurur işe, kabul edilir. Daha işin 4. günündedir, 4 arkadaşıyla işlenmektedir. Yerde parlak bir şey görür. İmamesiyle beraber tastamam bir tespihtir bu. Çok beğenir tespihi, hemen arka cebine atıverir. Gün boyu çalışır, akşam vakti işini bitirdiğinde kendisini eve götürecek olan otobüse biner. İyi çalışmıştır; bir cebinde yevmiyesi, bir cebinde parıl parıl parlayan tesbihiyle ve ailesinin ağır yükünü taşımanın gururuyla eve gelir. Hasta bir baba, kardeşler, yeğenler, bacanaklarla beraber yaşadığı bir gecekondudur evi. Yevmiyeyi çıkartıp annesine verir. Sonra arka cebinden yeni bulduğu tespihi çıkartır. Bak anne der “ Tastamam bir tespih, imamesi bile var…” Anne tespihi eline alır, biraz kurcalar, sonra kız kardeş gelir -Yeni bir yeğeni karnında taşımaktadır- o da biraz oynar. Yeğen, bacanak, herkes bir bir elinden geçirir tespihi. Çünkü yoksulların evinde kimse kimseden bir şey saklamaz. İyi olan her şey paylaşılır. Tıpkı kötü olanda olduğu gibi… Tespih kaybolmasın diye bir kağıda sarılır, televizyonun üzerindeki metal çanağın içine konur. Genç yorgundur, biraz bir şeyler atıştırdıktan sonra yatağa girer. Dinlenmesi, yarın işlenmeye devam etmesi gerekir. Kısa günün karı diye içinden geçirir. Bir yevmiye… Bir tespih “hem de imamesi bile var… tastamam…” Gözlerini kapar.

Daha aradan bir saat geçmemiştir ki, kalçasında bir yanma ve sertlik hissiyle uyanır. Bütün vücuduna bir ağırlık çökmüştür. Başı zonkluyor, midesi bulanıyordur. Biraz kusar. Ama çok kafasına takmaz. Ertesi sabah, gün daha ağarmadan tekrar yola çıkar. Çalışırken fenalaşınca revire kaldırırlar. Revirdeki doktor olanlara pek bir anlam veremez. Hastaneye sevk eder. Hastanede bakmazlar ona. Kimliği yoktur. Eve istirahata gönderirler. Ama annesi gencin kalçasında yanıklar olduğunu fark eder. Tekrar hastaneye giderler. İki iğne vurulur, birkaç hap verilir ve nihayetinde tekrar evine gönderilir. Bu gidiş gelişler böyle devam ederken, genç doktorlardan birine bulduğu tespihten bahseder. Sonra her şey çorap söküğü gibi gelir. İşte o tespih, bir tespih değildir aslında. HES inşaatında sızdırmazlığı ölçen bir aletin içinden düşmüş olan bir radyoaktif maddedir.

Hastanede karantinaya alınır. Gencin yaşadığı ev ve mahalle de. Zaten anne, baba ve hamile kız kardeşin de ellerinde yaralar çıkmıştır. Genç ise, artık ayakta duramıyordur. Kalçasındaki etler erimiş, kemikleri ortaya çıkmıştır. Günde iki defa morfin yemeden, yatakta bile duramıyordur.

Valisinden doktoruna herkes durumu kurtarmaya yönelik açıklamalar yaparken, HES şirketi gence dava açmıştır. Çünkü şirkete ait olan bir şeyi almış ve bir nükleer kazaya sebebiyet vermiştir.

***

Bazı hikayeler vardır. Yaşandığı coğrafyanın bütün acısını, bütün kederini, bütün öfkesini içinde taşırlar. Fazla söze gerek yok aslında. Bu hikayeler kendini anlatır. Kapımızda bekleyen daha büyük bir nükleer felaket. On yıllardan beri bitmeyen bir savaş. Suları tutsak eden, insanları susuz bırakan HES’ler. Hastaneler, yoksulluk, adaletsizlik ve bir yaşamı idame ettirmeye çalışmanın dayanılmaz ağırlığı.

“Tastamam bir hayatın peşinde“ hayatta kalmaya çalışanların hikayeleridir. Bizim hikayemizdir. Her gün içmek zorunda olduğumuz acı bir su gibi olan, bizi paramparça eden ama aynı zamanda öfkemizi bileyen keskin bir bıçak gibidir. Başta söylediğimiz gibi Bir yük değil bu yaşananlar, bir sorumluluktur. Öfkemizin coşkun bir sel gibi patlayıp kale duvarlarını aşacağı o güne kadar biriktirdiğimiz.

Aysel Özdemir

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 38. sayısında yayınlanmıştır.