“Olağanüstü hal” hukuk literatüründe, bir devletin karşılaştığı bir kriz durumunu aşmak için, olağan yönetim usulünün ötesinde yani olağanüstü yönetim usullerine başvurduğu döneme verilen addır.
Modern devletler, meşruiyetinin kaynağı olarak toplum sözleşmesi fikrine, teknik anlamda ise devletlerin sınırlarını belirleyen uluslararası sözleşmeleri ve devletin temel ilkelerini ve örgütlenme biçimini düzenleyen anayasaları işaret eder. Bu kapsamda devlet, vatandaşlarının güvenliğini, hak ve özgürlüklerini koruma işlevini yerine getirdiğini iddia eder. Olağanüstü dönemlerde ise, devletin bu işlevini uzun vadede devam ettirebilmesi için geçici olarak vatandaşlara tanınan hakların az ya da çok kısıtlandığı ya da bazı hakların tamamen ortadan kaldırıldığı kabul edilir.
Olağanüstü hal, hem şekli anlamda hem de içerik anlamında devletten devlete farklılık gösterir. Bu yazının konusunu ise, 20 Temmuz 2016 tarihinden itibaren içerisinde yaşadığımız OHAL düzeni oluşturacak.
YENİ “TÜRK TİPİ” OHAL
Türkiye hukukunda OHAL düzeninin en belirgin özelliği, kanuni düzenleme yapma yetkisinin tek başına hükümetin elinde olmasıdır. Olağan dönemde yasalar, meclis içerisinde belirli aşamalar takip edilerek, mecliste bulunan partiler ve milletvekillerince bir tartışma sürecinden geçerek ve sonunda da belli bir çoğunluk oyun sağlanmasıyla çıkarılır. Ancak OHAL döneminde, meclisin bu işlevi ortadan kalkar ve hükümet KHK (Kanun Hükmünde Kararname) yayınlama yoluyla bütün toplumu bağlayıcı düzenlemeler yapar. Bu yetkinin kapsamı teorik olarak OHAL ilan edilmesine neden olan husus ile sınırlı olsa da, pratikte araçlara kış lastiği zorunluluğu dahi KHK ile düzenlenebilmektedir.
OHAL’i olağan dönemlerden ayıran bir başka özellik ise, KHK’lara karşı Anayasal denetimin olmamasıdır. Herhangi bir yasanın kısmen ya da tamamen Anayasa’ya aykırı olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) başvurma ve iptalini sağlamak mümkün iken, OHAL KHK’lerine karşı anayasaya aykırılık iddiasında bulunulamıyor.
Bunun da ötesinde, KHK düzenlemelerinden etkilenen kişiler, bireysel olarak da haklarının ihlal edildiğini, mağdur edildiklerini iddia edememektedir. Yani KHK’lara karşı her türlü hukuk yolu kapalıdır. OHAL sürecinde İdare Mahkemeleri, Danıştay, Anayasa Mahkemesi ve hatta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bile, kendilerine başvuran kişilerin başvurularını reddetti. Önceki OHAL dönemlerinde AYM, KHK’ları en azından şekli anlamda ya da düzenlemenin konusu ve kapsamı itibariyle denetim yaparken, yeni Türkiye AYM’si kayıtsız ve şartsız olarak Olağanüstü Hal’de yayınlanan KHK’lara karşı yargı yolunu tamamen kapatmış durumda.
Tüm bunlar karşısında, içinde bulunduğumuz OHAL döneminin, bir hukuk düzeni olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Hukukun tamamen ortadan kaldırıldığı, hükümetin istediği konuda istediği düzenlemeyi yapabildiği, hukuksal olarak hiçbir hak arama yolunun olmadığı ve ne zaman biteceğinin de hükümetin keyfine kaldığı bir dönemden bahsediyoruz. Sürekli hükümet diyoruz ama artık yasallaşan partili cumhurbaşkanlığı sisteminde hükümet derken aslında sadece cumhurbaşkanından bahsettiğimiz de herkesin malumu bir husus.
KHK’larla kapatılan yüzlerce dernekten biri olan ÇHD’nin düzenlediği sempozyumda, OHAL dönemi için “Ay’ın karanlık yüzü” benzetmesi yapılmıştı. Bana öyle geliyor ki, bu düzen için lamba metaforu daha uygun düşmektedir. İktidar, gece karanlığında bütün ışıkları söndürerek elindeki sopayla kendinden olmayan herkesi pata küte dövmektedir.
Yanlış anlaşılmasın, olağan dönemde hukukun, hakların, demokrasinin vs. olduğu ya da varsa dahi matah şeyler oldukları iddiasında değilim. Mücadele etme yolunu seçen ezilenler için olağan dönem de olağanüstü dönemdir. Yok sayılan, kentleri bombalanan ve katledilen halklar, sömürülen ve iş cinayetleriyle katledilen işçiler, erkek egemen dünyanın ezdiği ve katlettiği kadınlar, LGBTİ’ler, yok edilen yaşam alanları vs… Devletin olağan hali budur.
OLAĞANÜSTÜ OHAL’DEN OLAĞAN OHAL’E
İçinden geçmekte olduğumuz OHAL düzeni, hak ihlallerini ve baskıyı yaygınlaştırmakta ve arttırmakta, ama daha da önemlisi bunu sürekli hale getirmektedir. Er ya da geç OHAL kalksa dahi, yaratılan bu olağanüstü hal, çok uzun bir süre daha devam edecek. Bu sürecin temeli ise esasen 15 Temmuz’a değil, 7 Haziran seçimlerine dayanmaktadır. Hatırlayalım, AKP tek başına iktidar imkânını yitirdikten sonra Kürt kentlerine yönelik saldırılara ve katliamlara başladı. Körüklenen milliyetçi ruhla oylarını öyle ya da böyle arttıran AKP, 1 Kasım seçimlerinden sonra tek başına iktidar oldu.
Ancak bu arada, Erdoğan’ın deyimiyle partide “metal yorgunluğu” vardı ve diğer yandan iktidarın en önemli ortağı olan cemaatle ilişkileri de bozulmuştu. İktidarın iki unsurundan biri zayıflamışken diğer unsur da destek olmak yerine köstek oluyordu. Bina yıkılmaya yüz tutmuştu, AKP 2002’den beri elinde tuttuğu iktidarı yavaş yavaş kaybediyordu. AKP’nin devletten cemaati temizlemek için attığı her adım, cemaatin hala elinde tuttuğu başka bir mekanizmayla boşa çıkarılıyordu, kapıdan kovulan bacadan giriyordu. İşte bu ahval ve şerait altında, başarısız bir darbe girişimi ve sonrasında ilan edilecek bir OHAL hükümet için olsa olsa “Allah’ın bir lütfu” olabilirdi.
OHAL’in sağladığı imkânlardan faydalanılarak yapılan düzenlemeler, bir bütün olarak değerlendirildiğinde, “devletin AKP’leştirilmesi” anlamına geliyor. Bürokrasinin en üstünden en altında kadar, AKP’li olamayan ya da ona biat etmeyen herkesin ihracı geri dönüşü olmayan bir kadrolaşma yarattı. İhraçlar, tutuklamalar ve yer değiştirmelerle, sadece cemaatçi hakimler savcılar değil, hükümetin hoşuna gitmeyen tüm yargı mensupları saf dışı bırakıldı. Çok yeni bir KHK ile Yargıçlar Sendikası üyesi hakimlerin çoğu sürgün edildi. Yargıtay’dan Danıştay’a, Anayasa Mahkemesinden YSK’sına kadar yüksek yargı makamları hizaya çekildi. Şu anda işler olmasa da, MHP ile yapılan ittifakla birlikte mecliste milliyetçi-muhafazakar cephe oluşturuldu.
Toplumun tabanındaki örgütlenmeler de nasibini aldı elbette bu dalgadan. KHK’lar eliyle muhalif dernekler, vakıflar, basın-yayın organları kapatılıp, malvarlıklarına el konulan muhalefetin tüm yasal örgütlenme alanları yok edildi. Son dönemde ise insan hakları alanında çalışmalar yürüten kurumlar açıktan ve hatta yargı makamları eliyle “ajanlık” suçlamalarıyla karşı karşıya kalıyor ve kriminalleştirilmeye çalışılıyor.
Bunun karşısına konulan şey ise, 15 Temmuz gecesi yaratılan “militan partili vatandaş” modeli. Darbe gecesi dağıtılan MP-5’lerle donatılmış militanlardan oluşan bir partizan ordusu da var. Darbeye karşı “tankları durdurarak hukuk düzenini koruyan” vatandaş, artık hukukun da önemli bir öznesi haline geldi. Sokakta eylem yapanları, satırla sopayla saldırarak cezalandırabilir; kıyafetini beğenmediği kadını tekme tokat dövebilir ya da “vatan haini” olduğunu düşündüğü herkese karşı re’sen harekete geçebilir. SADAT gibi artık ayyuka çıkmış paramiliter yapılanmadan söz etmiyorum bile.
İşte tüm bunlar, OHAL’in sonlandırılmasına karar verildiğinde dahi sona ermeyecek olanlardır. Yani OHAL sadece hukuksal bir mesele olmanın ötesinde, yeni ve sürekli bir hukuksuzluk düzeninin yaratıldığı bir süreçtir. Temizlik ve yeniden yapılanma tamamlandığında OHAL şeklen kaldırılacaktır. İşte o zaman, OHAL’in artık olağan hal olduğu gerçeğiyle yüz yüze kalacağız.
Davut Erkan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.