OHAL’de Taciz, Tecavüz, Şiddet; Kadın Her Halde Direniyor – Özlem Arkun


Yatıyoruz; bir düş uykuyu zehirleme gücüne sahip.

Kalkıyoruz; serseri bir düşünce günü kirletiyor.

Hissediyor, görüyor ya da düşünüyoruz; gülüyor ya da ağlıyoruz,

Deli kederi kucaklıyor ya da endişemizi fırlatıp atıyoruz;

Aynı şey: üzüntü olsun, neşe olsun,

Çıkış yolu hala açık.

İnsanın dünü, asla yarını gibi olmayabilir;

Değişimden başka bir şey ayakta kalamaz!

Mary Shelley- Frankenstein 


Geçtiğimiz OHAL’in ilanından bu yana birçok kadın şiddete uğradı, birçok çocuk istismar edildi, farklı cinsel yönelimlere sahip bireyler hakaretlere ve saldırılara maruz kaldı. Bu olayların bazıları kamuoyuna yansıdı, saldırganlar hakkında davalar açıldı. Bu davaların birçoğunda saldırganlar serbest bırakıldı, mağdurlar ise giydikleri nedeniyle, o saatte sokakta olmaları nedeniyle başına gelenlerden sorumlu tutuldu. Bu coğrafyada bu tabloya yabancı değiliz ama, geçtiğimiz yıldan bugüne bakarken aklımıza kazınan bazı olaylar başka türlü bir değişimi görünür kılıyor. Bu yazıda örneklendireceğim olaylar, OHAL’in ardından yaşanan bu değişimin daha iyi anlaşılabilmesi kaygısıyla seçilmiştir. Burada kastedilen bir milat gibi 20 Temmuz 2016 da OHAL’in ilanının ardından bu algısal değişimin gerçekleştiği değil; zaten hakim iktidarın manipülasyonları ile hali hazırda değişmekte olan bir algının, toplumsal değer ve yargıların, OHAL ile birlikte somut olarak sözlü ve fiziksel saldırılara dönüştüğüdür.

Ramazanda Şort Giyersen…

Geçtiğimiz günlerde Pendik’te minibüste tekme tokat dayak yiyen bir kadını gördük televizyonlarda ve sosyal medyada. Melisa Sağlam “Ramazanda şort giymesi” bahane edilerek saldırıya uğramıştı. Toplu taşıma aracında ya da sokak ortasında benzer bahanelerle sözlü ve fiziksel saldırılarla karşılaşan ilk kadın o değil ne yazık ki. Son bir yılda Çekmeköy’de “belediye otobüsünde şort giydiği için”, Turgutlu’da “parkta spor yaptığı için”, Eminönü’nde “o biçim giyindiği için” kadınlar benzer bahanelerle sözlü ve fiziksel şiddetle karşılaştılar. Bir minibüste, belediye otobüsünde ya da sokak ortasında saldırıya uğrayan bu kadınlar; yaşadıklarını kamuoyunun gündemine taşıyabildiler, fakat bazıları bu yaşadıklarını anlatabilecek bir kişi bile bulamadılar. Saldırganlar ise bir taraftan “Benim de çoluğum çocuğum var”, “Ben oruçluyum”, “Şeytana uydum” gibi cümlelerle kendilerini aklamaya çalışırken, diğer taraftan “Sen de milleti azdırıyorsun” , “ Ben sana iyilik ediyorum” diyerek hakareti ve şiddeti meşrulaştırmaya devam ettiler.

Tutuklasam da mı Yargılasam…

Geçen sene Çekmeköy’de saldırıya uğrayan Ayşegül Terzi’nin davasında, kadına tekme attığı belgelenen saldırgan tutuklandıktan sonra tahliye edilmiş, sonra tekrar tutuklanmış, sonra tekrar bırakılmıştı. Geçtiğimiz günlerde Pendik’te Melisa Sağlam’a tokat atan saldırgan da ilk gözaltının ardından serbest bırakılmış, ardından hakkında tekrar gözaltı kararı çıkartılmıştı.

Tutuklasam da mı yargılasam, tutuklamasam da mı yargılasam, yargılamasam da yargılıyor gibi mi yapsam diye özetleyebileceğimiz bu hukuk tiyatrosunda bu süreçler yılan hikayesine dönerken, akılda kalan saldırının kendisi oluyor, saldırganın akıbeti ise “muallak”. Bu hukuk sisteminin değil adalet sağlamak, sözde cezalandırılacak olanı ödüllendirdiğini, bu tür bir saldırıda bulunmayı aklından geçireni de cesaretlendirdiği de ayyuka çıkıyor aslında. Zaten devletin hukuk sisteminin adalet sağlamasını beklemesek de; durum böyle olunca, bu olayların gün geçtikçe daha sık yaşanması da şaşırtıcı olmuyor.

OHAL’in Ruh Hali

Elbette bu olayların toplumda giderek daha sık yaşanıyor olmasının, bu tür olaylara tanık olanların suskunluğunun ya da tepkisizliğinin artmasının tek açıklaması bu hukuki süreçlerdir diyemeyiz; ancak bunun toplumun her alanında var olan ve süregelen adaletsizliğin bir yansıması olduğunu da göz ardı edemeyiz.

OHAL ilan edilmesinin ardından, yayınlanan KHK’lar ve pratikte değişen uygulamalarla insanlar bir günde işlerinden, kariyerlerinden oluyor, yalnızca bir tanık(!) ifadesi ya da bir sosyal medya paylaşımı ile tutsak oluyor, toplumun bir nebze muhalif olan her kesimi bir korku yaratılarak suskunlaştırılıyor; yandaş tarafı ise pervasızca fişeklenerek cesaretlendiriliyor. Toplumun tamamının üzerine çöken bir gölge gibi, hiç boşluk yaratmayan bu uygulamalar, her türlü tahammülsüzlüğü, faşizmi ve linç kültürünü besleyerek; kendinden olmayana, farklı olana, zayıf olana saldırmayı da meşrulaştırıyor. Durum böyle olunca, kadın düşmanlığının, kadına ve LGBTİ bireylere karşı şiddet, taciz ve tecavüzün de artması da sürpriz olmuyor.

Oynayan Çocuklar**

Geçtiğimiz Haziran ayında parkta oynarken kaybolan 6 yaşındaki Eylül’ün cansız bedeni terk edilmiş bir binada bulundu. Arama çalışmalarında şüpheli hareketleri olan Murat Şahin Arslan gözaltına alındığında küçük kıza tecavüz ederek öldürdüğünü itiraf etti. Murat Şahin Arslan Yalova Çınarcık’ta bir bonzai bağımlısı olup, Eylül’ü katletmeden önce kendi çevresinde belki de sevilen birisiydi. Daha önce Manisa’da tecavüze uğradıktan sonra katledilen 4 yaşındaki Irmak Kupal’ ın katili de çevresi tarafından zararsız görülen yaşlı bir hurdacı çıkmıştı. Bu adam cinayeti itiraf ederken “Korkuyorum, döverler beni… kadınlara gidemiyorum parasızlıktan işte… Babam beni çok dövdü…” cümlelerini arka arkaya sıralamıştı.

Ensar Vakfı’ndaki istismar ve taciz olaylarının ayyuka çıkmasının ardından bunu münferit bir olay gibi gösterirken, “Bir kereden bir şey olmaz” savunmasını yapmıştı dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı. Çocuk istismarcısıyla mağdurun evlenmesi durumunda ceza almayacağı bir yasal düzenlemeyi hazırlarken de bunun bir sefere mahsus “mağduriyetleri” ortadan kaldırmak için yapılan bir düzenleme olduğunu söylemişlerdi. Açık ki ortadan kaldırılmaya çalışılan “mağduriyet”, istismara uğrayan çocuğun yaşadığı mağduriyet değildir. Çocuğun mağduriyetinin ortadan kalkması için de, olsa olsa açıkça görmezden gelmeyi ve yok saymayı bir yöntem olarak belirlemişlerdir. Birbiri ardına gelen bu açıklamalarla toplumun değerler algısının ne yönde değiştirildiğini, okullarda ve yurtlarda karşımıza çıkan “değerler eğitimi” ve kız – erkek öğrencilerin ayrı sınıflarda eğitim görmesi gibi uygulamaların toplumu nasıl muhafazakarlaştığını ve tüm bunların yargı tarafından nasıl aklandığını ve bu algının bir süre sonra nasıl normalleştiğini gözden kaçırmazsak, Rakel Dink’ in dediği gibi “bir bebekten katil yaratan karanlığı” daha iyi anlayacağız!

Gündelik Paranoya mı?

Bu olaylar birbiri ardına gelirken, bunlar şahit olanlarımız da artık farklı düşünmeye başlıyor. Minibüste tokatlanan kadını görüyor ama kalkamıyor yerinden, sen ne yapıyorsun diyemiyor. Bir gün minibüsteki tek yolcu olmak korkutuyor bir kadını, başka bir gün parkta çocuğunu izleyen bir adama takılıyor gözü bir kadının, dışarı çıkarken aynaya başka kaygılarla bakıyor, üstünü değiştiriyor bir başkası, akşam eve dönen arkadaşına “kendine dikkat et” derken gerçekten bunu kastediyor bir diğeri… Yaratılmaya çalışılan korku ve paranoya algısı gündelik hayatımızın bir parçasına dönüşüyor.

Diğer taraftan yaşamlarımıza saldıranlar da karşılarındaki suskunluk arttıkça giderek daha da palazlanıyor ve meşrulaşan bu şiddet giderek kendi sarmalını büyütmeye başlıyor.

“Değişim” Ama Nasıl?

Herhangi durumda yaptığımız ya da yapmadığımız eylemler kişinin içinde yaşadığı koşullardan bağımsız olamaz elbette. Var olan siyasi-politik atmosfer, kabul gören değerler elbette kişilerin eylemleri üzerinde etkilidir. Ama yine de benzer koşulları paylaşan insanlar, benzer durumlar karşısında farklı tepkiler verebilirler. Ve çoğu zaman kişilerin gerçekleştirdiği eylemler var olan koşulların sürdürülmesini ya da ortadan kalkmasını gerektirir.

OHAL koşullarında yaşarken artan baskıya, karşılaştığımız adaletsizliklere, giderek muhafazakarlaşan toplumsal reflekslere, “içinde yaşadığımız koşulların kaçınılmaz sonucu” olarak bakamayız. Bu kabulleniş ve beraberinde gelecek olan suskunluk ve eylemsizlik; var olan koşulların sürdürülmesini de kaçınılmaz kılacaktır. Çünkü bu “koşulların mağduru” anlayışı kişiye hiçbir şey kazandırmayacağı gibi, geçici bir süre sığınılıyor gibi görünen “suskunluk ve eylemsizlik” geri dönülemez bir değişime evrilecektir.

Bizi biz yapan sadece içinde yaşadığımız koşullar değil, aynı zamanda bu koşullara rağmen yaptığımız eylemlerdir. Herkesin yaşantısında onun olduğu kişi olmasına etki eden bazı olaylar, kararlar, eylemler vardır. Bazı olaylar kişinin kontrolü dışında gelişir… Bazı kararlar acelecilikle alınır… Bazı eylemler korka korka yapılır… Fakat geriye dönüp baktığımızda akılda kalan ne kontrolsüzlük, ne acelecilik, ne de korkudur. Geriye kalan bu olayların, kararların ve eylemlerin sonuçlarıdır.
Bugünden içinde yaşadığımız koşullar da değişmez değil fakat önemli olan geriye dönüp baktığımızda akılda kalanın ne olduğudur.

Özlem Arkun

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.