TC – Suriye sınırının sıfır noktası. Asırlardır akrabalık ilişkileriyle birbirine bağlı olan iki komşu yerleşim yeri: Mahser köyü ve Kobanê. Savaş. Mahser’de köy halkı ve direnişle dayanışmaya gelenler; Kobanê’de yaşamı yeniden inşa için yaşamlarını ortaya koyup IŞİD’e direnenler. Bombardıman, doçka, kalaşnikof sesleri… Hangi sesin kimin silahından geldiğini ayırt edebiliyor artık herkes… Sesler bazen umut, bazen hüzün getiriyor… Ama gözyaşına yer yok! “Ofsayt” ve “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” belgesellerinin yönetmeni Reyan Tuvi’nin yeni belgeseli “Gözyaşına Yer Yok”, tüm dünyada yakından izlenen; devlet ve kapitalizmin ürettiği şiddetin, savaşın, bunun karşısında sergilenen destansı direnişin ve dayanışmanın filmi. Bizler de Meydan Gazetesi olarak Reyan Tuvi ile bir röportaj gerçekleştirdik.
Meydan Gazetesi: Merhaba. Öncelikle filmin ilk yarısında Mahser’de, ikinci yarısında Kobanê’de çekilmiş görüntülere yer verilmiş. Her iki kısımda da savaş doğrudan verilmemiş. Yaptığın belgesel filme bir savaş filmi diyebilir miyiz ya da sen nasıl tanımlıyorsun?
Reyan Tuvi: Savaş belgeseli yapmak üzere yola çıkmadım, hatta ben kendimi bildim bileli savaş karşıtıyım. Ama zaman zaman insan sorguluyor; “Savaş hangi noktada meşru olur?” Sosyal medyaya çok yansıyan bir savaştı bu, “halkla ilişkileri” güçlü, görsel bombardımanı ve şiddet pornografisi yüksek bir savaştı. Bense bu savaşın pornografisi denilen şeyin medyanın ilgisini çektiğini görmüştüm, birçok insanın savaş bittikten sonra o coğrafyalardan çekilip artık ilgi duymayacağını düşünerek -insan hikayelerine ilgi duyan bir insan olarak- bir köyde doğan dayanışmayı ve bir kentte yaşanacak olan yeniden inşayı ele almak istedim.
Film bir anlamda çocuklar, kadınlar ve yaşlılar üzerinden ilerliyor, bu senin özellikle yaptığın bir seçim miydi?
Özellikle yapmadım, ama savaş sırasında kadınlar ve çocuklar öne çıkıyorlar. Hem en çok acı çeken gruplar olarak, hem de kadınlar söz konusu olduğunda en çok irade gösteren, en büyük dayanışmayı gösterenler olarak. Belgeselde yaşlılar var, barış anneleri var, parçalanmış hayatlar var, bu parçalanmış hayatlar içinde oradan oraya sürüklenen çocuklar var. Savaş en acımasız yüzünü onlara gösteriyor.
Elbette savaş sürerken görüntü çekmek, röportaj yapmak hiç de kolay olmamıştır. Bu süreç boyunca seni en çok zorlayan neydi?
Hayatımda hiçbir savaşa bu kadar yakın olmamıştım, sesleri bu kadar yakından duymamıştım. En zoru; insanların, gençlerin ölmekte olduğunu bilerek gazeteciliğe, belgeselciliğe, belgelemeye devam etmekti sanırım. Kendime yabancılaşmama, yaptığım işi sorgulamama neden olan buydu.
Savaştan sonra %70’i yıkık bir kentte dolaşmanın tehlikesi değil (ki tehlikeliydi, patlamamış bombalar vardı; o bombalarla oynayıp yaşamını yitiren çocukların haberini alıyorduk sürekli), zor koşullarda kalmak da değildi yani.
Bir gün çekim sırasında birden yere çöktüm ve ağlamaya başladım. Bir Barış Annesi koştu yanıma, bana sarıldı. Ağlamamı anlayışla karşıladı ama dedi ki; “Biz burada ağlamıyoruz!” Sonradan, bu hikayeyi hatırlarken filmin ismi çıktı ortaya. Hakikaten, bu mücadelede ağlamaya ne vakit var, ne de yer…
En kötüsü de, bu zorlu koşturmacadan sonra filmi bitirdiğin halde gösterecek salon bulamamak. Filmin bu coğrafyada sadece Documentarist Film Festivali’nde salon bulabildi bugüne dek. Bu engellemelerle ilgili ne düşünüyorsun?
Aslında henüz hukuki bir engelleme yok, fakat zor günlerden geçiyoruz. Antalya Film Festivali’nin de zamanında hedef gösterdiği bir belgeselci olarak, birçokları gibi, gerek durduğum yer, gerekse ele aldığım konulardan dolayı ben de bedel ödüyorum. Son süreçte oldukça tanıdık durumlar bunlar.
Filmin dünyanın birçok yerindeki en iyi festivallerde izleyicilerle buluşması ayrı bir deneyim. Ama belgeseli öncelikle bu topraklar için yapıyorum; paylaşmak, birlikte sorgulamak, tartışmak için. O yüzden “Uluslararası ödüller alıyor filmin, mutlu musun?” dersen, buruk bir duygu, tamamlanmamış bir yolculuğu var henüz filmin.
Aradan geçen 2 yılda, gözlemlediğin kadarıyla Mahser’de ve Kobanê’de neler değişti? Mesela röportaj yaptığın kişiler şimdi ne durumdalar; bilgi alabiliyor musun onlara dair?
Belgeseldeki küçük çocuk Botan, evine dönemedi. Ailesi Türkiye’de, çünkü ekonomik durumları geri dönüp evlerini inşa edecek kadar iyi değil. Ape Nemir’in Kobanê’de olduğunu biliyorum ve kolunun kesileceğini.
Savaşın yıkımı, savaş bittikten sonra da yıllarca devam ediyor; Kobanê’de ve birçok savaş bölgesinde… “Özgürleşince” her şey bir anda yoluna girmiyor. Ama Kobanêliler çabucak kentlerine döndüler, yaşama dört elle sarıldılar. Hatta şehrin bir kısmını müze yapıyorlar, ibret olsun diye. Sonuçta Kobanê bütün dünya için bir sembol haline geldi, IŞİD’e karşı koyabilen yegane kent. Bir halkın direnişiyle ve enternasyonel dayanışmayla oldu bu.
Mahser köyüyse sakin hayatına geri döndü, tekrar gitme imkanım olmadı köye ama irtibat halindeyim tanıştığım insanlarla.
En başa dönersek, oraya gitme nedenin neydi?
Başlangıçta Suruç’a Kolektif Yaşam İnisiyatifi’yle çadırlarda kalan göçmenlerle dayanışmaya gittim. Film çekmeyecektim. Erzak toplayıp depoda çalıştım; siz de oradaydınız, biliyorsunuz. Çadırkentlerdeki çocukları eğlendirmeye gidiyorduk, erzak götürüyorduk. Göçmenlik, uzaktan gördüğüm gibi değildi hiç.
Mahser köyüne giderken sınırın ötesinde ilk gördüğüm şey; karanlığı yırtan dev bir ateş topuydu. Birden kendime geldim, orada bir savaş olduğunun farkına vardım. İnsanların ateş yakıp şarkı söylemeleri, sınırın ötesine gönderdikleri dayanışma hisleri, o dört gün beni çok etkiledi. Savaşın bu kadar normalize olmasını, dürbünle karşı tarafın izlenmesini algılayamadım. Sonra yeniden gittim, orada yaşananlara dikkat çekecek 5 dakikalık bir video yapacaktım; 5 dakika oldu 84 dakika, bu film böyle çıktı ortaya.
Röportaj için, daha da önemlisi filmin için çok teşekkür ederiz.
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.