Sabahın erken saatlerinde vardığımız Ankara’nın ayazı kemiklerimize kadar işlemişken, açlığın erittiği ama kararlı, sesi kısık ama inançlı, yüzü solgun ama tebessüm dolu bir kadın karşıladı bizi. Biz heyecandan oldukça tedirgin, o güleç; sıcacık sohbetiyle ısıttı içimizi. Saatler çabucak geçti, dakikalar hızlıca akıp gitti; dördümüz de hiç ama hiç bitmesin istedik bu karşılaşma. Bir sohbetten fazlası var diye yazmak istedik bu satırları. Bu sohbette, en çok da bir kadının her şeye rağmen yaşama isteği var. Meydan Gazetesi: Hapishanede, hastanede tutsakken birçok zorluk yaşadın. Kadın olduğun için yaşadığın zorluklar oldu mu?
Açlık eyleminin 282. gününde İstanbul’dan Ankara’ya üç kadın çıktık yola. Gidiyorduk, günlerce sokaklara “yaşasın” diye yazdığımız, “yaşasın” diye eylemlerde haykırdığımız, her geçen gün bize OHAL koşullarına rağmen direnişi unutturmayan Nuriye’nin yanına.
Nuriye Gülmen: Hayır olmadı. Kadın olmanın getirdiği birçok zorlukla baş etmek zorundayız mücadele içinde. Devrimcilik gerçekten insana çok büyük bir güç veriyor. Düşünüyorum, kadın olduğum için farklı hissettiğim oldu mu diye, olmadı. Ama şunu söyleyebilirim, tutsakken onursuz şeyler dayatıldı bana.
Tuvaletimi hücrenin içinde yapmak mesela, bir erkek için daha az onur kırıcı gibi geliyor bana. Çünkü erkeğin tuvaletini herhangi bir yerde yapması daha meşru görülür. Kadının toplumun gözünde mahremiyeti vardır. Bu uygulamanın, bir kadının üzerinde daha onur kırıcı olduğunu söyleyebilirim. Uyku da benim için mahremiyettir. Hapishanede ve hastanede uyurken erkek gardiyanların sürekli gözetliyor olduğunu bilmek oldukça rahatsız ediciydi. Gerçi kadın olmama özel değildi tam olarak, modern hapishanenin doğuşundan bu yana bütün tutsaklar için var bu gözetleme meselesi.
Sen hapishanede, hastanede tutsakken burada ve yurt dışında birçok eylem gerçekleştirildi. Seni bu günlerde heyecanlandıran, sana güç veren bir an, bir olay yaşadın mı?
Hiç tanımadığım insanlardan gelen mektuplar, o mektuplarda yazanlar, beni hayatlarının içine aldıklarını görmek mutluluk vericiydi. Tanıdığım özgür tutsaklardan gelen mektuplar, direnişin gücünü bana tekrar hatırlattı. Dışarıda Kadıköy Süreyya Operası önünden yürüdüğünüz çok kalabalık eylemler oldu. İnanamadım. O insanların bizim için sokağa çıkmış olmasına inanamadım. Bin kişi vardı herhalde, çok kalabalıktı. Sokak görünmüyor, insanlar akıyordu. Avukatlarım eylem fotoğraflarını getiriyordu, çok şaşırıyordum. Gülsüm Anne’nin gözaltına alınışı ve “Berkin’in alamadığı ekmeği Nuriye ve Semih alacak, ben inanıyorum” deyişi… Bunlar bana güç verdi. Dışarıda yapılan her eylemden güç alıyorsun.
Hapishanede bir hekimin gelip “yanınızdayız” dediği oldu. Jandarmaların boşluğuna gelmiş, içeri girmiş. Sonra bir teknisyen geldi, “Siz Nuriye Gülmen misiniz?” diye sordu. Gardiyan benden önce “yok, hayır” dedi. Ben de “evet benim” diyince teknisyen “sizi takip ediyoruz” dedi gülümseyerek. Bunlar da güç veren şeylerdendi.
2000-2007 ölüm orucu süreçlerinde öyle koyu bir sansür vardı ki, benim kaldığım Numune Hastanesi’nin hücrelerinde özgür tutsaklar hücre hücre eridiler ve kimsenin haberi olmadı. Çok koyu bir sansür vardı ve insanlar o sansürü delebilmek için hayatlarını verdiler. Mutlaka güç aldıkları bir şey vardı. Direnişin kendisinden güç alıyorlardı, haklılıktan güç alıyorlardı. Bunlardan güç almayı biliyorsan, direnişin kendisine tutunmayı biliyorsan, diğer şeyler de seni besliyor. O süreci düşündüğümde, ben şımartılmış bir çocuk gibi hissediyorum şimdi kendimi. Düşünün hücre hücre eriyorsunuz, çok büyük acılar çekiyorsunuz ama devam ediyorsunuz. En başta direnişin kendisinden, sonrasında herkesin yaptığı en ufak şeyden bile güç aldım ben.
“Örgüt talimatıyla bir gün aç kalmam” demiştin. Bir şeyleri değiştirmek, yeniden yaratabilmek için mücadele etmenin gerekliliği kaçınılmaz. Direnişe tek başına başladın, ama örgütlendi ve büyüdü mücadelen. Örgütlü olmak nasıl bir şey?
Bizim direnişimizde kişiler olarak biz çok ön plana çıktık. Ben Nuriye Gülmen, açlık grevi yapıyorum. Ancak her hafta Kadıköy’de Süreyya Operası önünde eylemler yapılıyor ve başka birçok eylem. Yurt dışında eylemler yapılıyor. Dışarıda onlarca insan sesimizi duyurmaya çalışıyor. Bunları tek başıma nasıl organize ediyorum? Tabi ki bunlar bir örgütlülük işi.
Örgütlülük deyince insanların aklına illa bir “örgüt” geliyor, ki çok da korkunç bir şey değil örgütün kendisi. Örgütlü olmak demek, daha güçlü hareket etmek demek. Çok basit, karşımızdakiler çok güçlü araçlara sahipler ve saldırıyorlar. Bunu karşılayabilmek için örgütlü olmamız lazım, başka bir yol yok. Bir insan tek başına hiçbir şeydir, biyolojik ve varoluşsal yapısı itibariyle de bu böyle. İnsan tek başına ne doğada var olabilir ne de toplumda. Bir şekilde insanlar örgütlü olmak zorundadır; bunu unutmamak lazım. Ben öyleyim, Semih de öyle. Biz örgütlü olduğumuz sürece güçlüyüz ve özgür hissediyoruz.
Nuriye ve Semih için süreç nasıl devam edecek?
Bence buna odaklanmak gerekiyor. Semih’in tahliyesinin ardından benim de bütün o işkenceden, o ortamdan çıkmış olmam, insanlarda bir zafer havası yarattı. Çünkü mahkeme, özellikle benim için, hiç bırakılmayacakmışım gibi bir hava estirmişti. Ama sonuçta beni o işkence yuvasından söküp aldınız. Evet, bu büyük bir kazanım. Semih’in ve Acun’un beraat etmesi, bunlar önemli kazanımlar. Ama bu, direnişin tamamının kazanımı değil. Biliyorum, bugün açlık grevini bıraksam, kimse niye bıraktın demez. Ama bir irade savaşı var şuan, ben de bu irade savaşında bir taraf olarak bu savaşı devam ettirecek gücü kendimde buluyorum. Direnişi sürdürmek istiyorum. Çünkü vücudumdaki bu yıkıma ve diğer her şeye rağmen direnmek, bana yaşadığımız koşullarda huzurlu olabileceğim bir ruh hali veriyor.
Çok kötü şeyler oluyor bu ülkede. Zalim bir iktidar var karşımızda, faşizm var. Ve onun uygulayıcıları, kendilerini var edebilmek için halka karşı çok ciddi bir saldırı halindeler. Hal böyleyken direnmek dünyanın en onurlu işi, herkes direnmeli.
Asgari ücretin arttırılmasını mı istiyorsunuz? Direnmelisiniz. İnsanlar sürekli şikayet ediyor. Şikayet etmekle bir yere varılmıyor ki, bir şeyler yapmalısınız. Küçücük bebekler açlıktan ya da yetersiz beslenmeden yaşamını yitiriyor. Silikozis işçilerinin hikayelerini bilirsiniz. Ben gazetede gördüğümde neler hissettiğimi anlatamam. O kadar büyük bir öfke duyuyorum ki, işte o zaman “iyi ki direnişteyim” diyorum. Etrafımızda bunlar olurken direnişte olmak, beni gerçekten rahatlatıyor. Hep öyle olur ya, siz bir şey yaparsanız, mücadele içinde olursanız “en azından bir şey yapıyorum” dersiniz.
Bizim direnişimizin iktidarı sarstığını düşünüyorum. Direnişimiz güçlü bir barikat ve ben bu barikatı bırakmak istemiyorum. Sadece işimi kazanmak için değil. Bu barikat güçlendirilmeli. OHAL sürecinde bile bin kişinin yürüdüğü bir eylem çok çarpıcı. Bunu yaratan bir barikat var. Biz o barikatın arkasından çekildiğimiz an, bütün her şey çökecek. Hakkımızı verirler bırakırız, ama o zaman da mücadeleye devam edeceğiz.
Bunu insanlara anlatmayı çok önemsiyorum. Direniş devam ediyor, 300. günlere geliyoruz. Ben 34 kiloyum ve erimeye devam edeceğim. İlelebet “Nuriye Semih yaşasın!” diyemeyeceğiz, bunu söylememizin bir anlamı kalmayacak bir süre sonra. Zaferi gerçekten kazanmak için bir şeyler yapmak zorundayız, buna odaklanmalıyız. Her hafta yaptığımız şeyleri yapmayalım, 282. gündeyiz. “Sınıra gitmeden, o bilinçle bu işi başarabiliriz” duygusuyla çalışmalıyız. Zafer yakın, zafer avuçlarımızın içinde. Bunu hissetmeliyiz.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.