Bir gece evinizdesiniz, kimimiz televizyon izliyoruz. Kimimiz daha sofrayı yeni toplamış, öteki çayı koymuş. Bir başkası çocuklarını uyutmuş daha yeni. Bazısı mesaiye kalmış, hala işte. Bazısı daha yeni başlamış işe, gececi.
Zaman o basit yaşamlarımızın yanında ağır ağır akarken, bir gariplik, bir kötülük peydah oluyor bir anda. Önce çürük bir yumurta kokusu giriyor, sıkı sıkı kapattığımız pencerelerden. Sonra yavaş yavaş genzimizi kesen bir acı ortaya çıkıyor. Çocuklarımız boğazları parçalayan bir öksürüğün acısı ve şaşkınlığıyla uyanıyorlar. Ayaklarımızı yerden kesen bir baş dönmesi ve midemizi yakan, kavuran, fokurdatan bir ateş hissediyoruz içimizde. Sadece ben değil, sadece sen değil; koca bir şehir soluk soluğa aksıra tıksıra hastanenin yolunu tutuyor.
İşte dün gece saatlerinde Tuzla’da yaşananlar! Aslında Tuzla’lılar, böylesine küçük kıyametlere alışkınlar. Geçen sene ve 2015 yılında da benzeri vakalar yaşanmış, pek bir gündem olmayıp, deyim yerindeyse hasır altı edilmişti.
Dün ise gecenin ilerleyen saatlerinde artık gizlenemeyecek hale gelen vaka örtbas edilmek yerine dillendirildi. Tuzla Belediyesi, IBB ve öteki yetkililer buyurdular ki; “…kokunun insan sağlığına bir zararı yok, nedenleri araştılıyor…”
Sonra gecenin ilerleyen saatlerinde, sabaha karşı ikinci bir açıklama : “… Söz konusu kokunun atık su kolektör hattına kaçak deşarj edilen kimyasal atıktan kaynaklandığı tespit edilmiştir. İlk incelemelerde, insan sağlığını olumsuz etkileyen bir durum olmadığı belirlenmiştir….”
Açıklamalar yapıldı, hastanedeki onlarca insan taburcu edildi. Dosya kapandı. Herkes hayatına kaldığı yerden devam etmeye başladı. Yani bu koku bizleri hemen bugün, anında öldürmedi diye her şey bitmiş mi oluyor?
Hayır hiç bir şey bitmedi. İster kaçak, ister yasal olsun, endüstrinin etrafa pervasızca yaydığı zehre daha ne kadar sessiz kalabiliriz? Kapitalizmin endüstriyel aklına, bu aklın ürettiği üretim ve tüketim çılgınlığına, genzimizi yakan, ağaçları kurutan, buzulları eriten, tüm canlıları yersiz yurtsuz bırakan ve bizleri belki anında (bazen anında) değil ama yavaş yavaş öldüren bu kirliliğe, bu aymazlığa, yaşama karşı böylesine bir sorumsuzluğa daha ne kadar tahammül edebiliriz?
Tahammülün, sabrın, sebatın sonu yoktur. Bir sabah uyanamadığımızda, çocuklarımızın da uyanamadığı bir sabahta, kimsenin izlemediği açık kalmış bir televizyonda felaket haberlerinin dönmesini istemiyorsak; buna izin vermeyelim.
Nükleeri, termiği, HES’i ile, envai çeşit kimyasal atığı ile dünyayı çiğneyip çiğneyip tüküren tüketim kültürü ile yaşamlarımızı çalan kapitalizme izin vermeyelim.
Yavaş yavaş ya da aniden ölmek yerine yaşamayı seçelim!