Yunan mitolojisinde Truva savaşını başlatan; bütün kötülüklerin, acının ve gözyaşının sebebi güzeller güzeli Helen’dir. Agamemnon’un kardeşi Menelaos, Helen’le evlenmiştir evlenmesine, ancak Helen Truva Kralı’nın oğlu Paris’e aşıktır. Paris, evliliğin şerefine verilen bir davette Helen’i kaçırır. Yorgos Lanthimos’un iki yıllık bir aradan sonra vizyona giren yeni filmine zemin oluşturan Agamemnon efsanesi işte böyle başlamıştır. Menelaos kardeşinden yardım ister, böylece Spartalılar Helen’i geri almak üzere yola çıkarlar, ancak bu sefer de Artemis’in lanetiyle karşı karşıya kalacaklardır.
Yorgos Lanthimos; olsa olsa bir bilimkurgu filmindeki robotlara yakıştıracağınız diyalogları, seyir boyunca tepede tuttuğu gerilimi ve gerçek dünyanın gerçek insanlarının yaşadığı akıl almaz senaryolarıyla sinema tarihine adını çoktan yazdırdı. 2009 yılında çektiği Kynodontas (Köpekdişi) ile adından söz ettirmeye başlayan, ardından Alpeis (Alpler), The Lobster (Istakoz) ve şimdi de The Killling of a Sacred Deer’le (Kutsal Geyiğin Ölümü) sinemadaki rahatsız edicilik sınırlarını zorlayan yönetmenin son filmi birçok farklı yorumcudan birbirine neredeyse taban tabana zıt tepkilerle karşılaştı.
Beğenmeyenin yerden yere vurduğu, beğenenlerin ise anlata anlata bitiremediği filmin bu kadar konuşulmasına sebep olan bir şeyler vardı elbette.
Adaletin Bedeli Olur Mu?
“İntikam fikrini içeren eski adalet anlayışı yavaş ve derin bir dönüşüm geçirdi, intikamın yerini tazminat aldı.”
Pyotr Kropotkin
İntikam duygusunun adaleti sağlamaktaki işlevi ya da daha genel bir başlık altında adalet duygusu üzerine etik tarihçileri uzun yıllar yazıp çizdiler. Kutsal Geyiğin Ölümü’nü gündemimize sokan; Lanthimos’un karanlık evrenine ilişkin bir vicdan muhasebesinde taraf olmaktan öte, filmin katil ve maktul, suç ve ceza, adalet ve adaletsizlik gibi ikilemlere dair sorduğu ahlaki sorular oldu. Yaşadığımız coğrafyada iktidarın her geçen gün daha çok üzerimize geldiği, kendi dilini, kendi kültürünü, kendi ahlakını dayattığı günlerde bu tür sorular üzerine kafa yormak, belki de mevcudiyetimizi korumak için geliştirdiğimiz toplumsal bir refleks hepimiz için, kim bilir?
Filmin açılışında bir çift el ve bir kalp ameliyatının yakın plan görüntüsüyle karşılaşırız. Kamera yavaş yavaş uzaklaşır. Birazdan doktorun “kalbini” açacağımızı bilmeden, hastanın kan pompalayan kalbine yoğunlaşırız. Modern bir hastanedeyizdir, etrafımızdaki hiçbir şeye yabancılık çekmeyiz; her şey çok normaldir, herkes çok profesyoneldir. Hikaye, olması gerektiği gibi ilerlemektedir. Baş karakterimiz başarılı doktor Steven’ın, Martin isimli bir gençle kurduğu ilişkide işin vicdani boyutu, doktor ve yaşamını yitiren hastanın yakını arasındaki ilişkinin açığa çıkmasıyla belirginleşir.
Steven’ı canlandıran Colin Farrell, film yayınlandıktan sonra The Playlist’e verdiği röportajda, senaryoyu okurken midesinin bulandığını söylüyor ve devam ediyor; “Lanthimos kullandığı her karenin anlamı hakkında kesin fikri olan biri, fakat her izleyici hepsini farklı yorumlayabilir. Çünkü film herkesin bilinçaltı ile hesaplaşmasını tetikliyor.” The Lobster’dan sonra yönetmenin kara mizah öğesini düşürüp gerilim dozunu arttırdığı film hakkında yazılıp çizilenler, Farrell’ı doğrular nitelikte. Kimileri için film insan doğasının kötü olduğu üzerine izleyiciye sert bir ders vermeye çalışırken, kimileri için masum bir gencin haklı intikamını gözler önüne seriyor.
Film devam ediyor ve Martin’in, Steven ile kurduğu ilişkide muhtaç olan değil, -vicdan azabını dindirmeye olanak tanımasıyla- muhtaç olunan karakter olduğunun farkına varıyoruz. İlk bakışta Martin’in, babasını öldüren doktora annesiyle evlenmesi konusundaki ısrarı anlamsız görünse de, Martin karakteriyle simgelenen ahlak anlayışının derinine indiğimizde anlam arayışımıza karşılık bulabiliriz. Zira Martin’in isteği küçük bir çocuğun babasının yerini doldurma arzusundan ziyade; yaşama saldırmadan adaleti sağlamak için aklına gelen yegane çözüm yoludur.
“Çoğu durumda, katil tazminatı ödeyemiyordu. Öyle ki zarara uğrayan ailenin, katilin pişmanlığı karşısında onu evlat edinmekten başka çaresi kalmıyordu. Şimdi bile, bazı Kafkas kabilelerinde, iki aile arasındaki bir düşmanlık son bulduğunda, saldırgan dudaklarıyla, kabilenin en yaşlı kadınının memesine dokunur ve saldırıya uğrayan ailenin tüm erkeklerinin “süt kardeşi” olur. İnsan yaşamına önem vermeme gibi bir tavırları olmayan barbarlar, korkunç cezalandırmaları da bilmiyorlardı.”
Pyotr Kropotkin – Karşılıklı Yardımlaşma
Agamemnon efsanesindeki kutsal geyik, Martin’in babasıdır. Bütün hikaye kutsal geyiğin öldürülmesiyle başlar. Hikaye derinleştikçe filmi Martin’in toplumsal statüsünün getirdiği bir öfkenin yansıması olarak okumaya da olanak sağlayacak verilerle karşılaşırız. Murphy ailesini ilk ziyaretinde “pek de iyi olmayan bir semtte, iyi olmayan bir evde” yaşadığını söyler. Martin, sigara içer. Koltuk altı kıllarını gösterir, Steven’dan da göğüs kıllarını göstermesini ister, Martin’in yarattığı hayali gerçeklik, reddedilerek yok edilebilecek bir şey değildir. Kehanete yönelik her tepki ters teper, ana tanrıçanın istekleri karşılanmak zorunda, aileden biri feda edilmek zorundadır.
Martin, son çare kısasa kısas ilkesine başvurur, başka çaresi yoktur. O, rasyonelliğe koşulsuz şartsız biat eden, modern toplumun ahlakını başarıyla içselleştirmiş “kazanan” bir ailenin ahlakına karşı, ilkel toplumun ahlak ilkesini simgeler. Yönetmen, hayali evreninde kara büyüyü ve bilimsel bilgiyi karşı karşıya getirir, zaferi bu sefer tarihin mağluplarına layık görür. Ancak Martin’in çözümü de izleyiciyi mutluluğa ulaştırmaz. Hikaye nihayete erdiğinde bir tamamlanmamışlık hissederiz.
Agamemnon’un eşi Klytaimnestra, Anna’dır. Iphigenia ise Kim Murphy… Kehanetin karşı konulamazlığı, soyut anlamıyla Murphy ailesinin dağılışını da beraberinde getirir. Ailenin bütün fertleri kendi canını kurtarmanın peşine düşer. Steven içinde kaldığı ikilemi ve çözmek zorunda bırakıldığı problemi -tıpkı Agamemnon gibi- toplumdan uzak çözmeye çalışır. Yaşadıklarını toplumun geri kalanına anlatmaya tenezzül etmez, ne kadar onu hayal kırıklığına uğratsalar da yüzünü meslektaşlarına döner.
Filmin üzerinde durduğu karşıtlıklardan biri de gerçek dünya ve fantastik hikaye ikilemidir. Bu karşıtlık, birazdan bahsedeceğimiz modern dünyanın ahlakına karşı, ilkel ahlakın temsilinde olduğu gibi ait olduğu kişiye atfediliyor. Olağanüstü hikayelere olan inanç geçmişin toplumuna ait öğelerdendir. Bu yüzden büyü yapma gücü, yani fantastik olan, Martin karakterinde cisimleşiyor.
Ne İlkel, Ne Modern
Etik anlayışları birbirinden tamamen farklı iki karakterin karşı karşıya kaldığı ahlaki sorunun, bizler için de bir çözümü var elbet. Ama öncesinde birkaç söz ekleyip filme dair bahsi kapatmak gerek.
Steven’ın, Martin’le olan mücadelesi şans faktörünün devreye sokulmasıyla öznelerinden uzaklaştırılır. Her hastalığa bir reçetesi olan doktor figürünün, adalet ihtiyacıyla karşı karşıya kaldığında çaresizce boyun eğmesi ve işini şansa bırakması filmi izleyenler için çileden çıkmaya yetiyor. “Aynı şey burada olsa kimse bu kadar sakin kalmazdı” şeklindeki yorumlar ise sıklıkla filmin batılı yaşam biçimine bir eleştirisi olarak okunmasını açıklıyor.
Film yorumlanırken özellikle Alman yönetmen Michel Haneke’yle ortaklıklar kurulması, izleyiciye beklediği hiçbir şeyin verilmemesi noktasında birleşiyor. Ne Steven ailesini koruyabiliyor, ne de Martin adaleti arzu ettiği şekliyle yerine getirebiliyor. Referans hikaye, biraz da bu kaygıdan olsa gerek, filmde biraz deformasyona uğruyor. Lanthimos’un evreninde bıçak birdenbire gökten inen bir geyiği kurban etmiyor. Steven’ın silahından çıkan kurşun, iradeye değil şansa bırakılmış bir biçimde, ailenin en genç bireyini öldürüyor ve hikayeyi sona erdiriyor.
Filmin konu edindiği soruna ilişkin mantıklı cevap Farrell’ın röportajında belirttiği gibi birden fazla olabilir. Ancak bana kalırsa en bilgece çözüm Akhilleus’un birkaç cümlesinde saklı;
“Kötülükler karşısında hiddetimi, büyük mutluluklar karşısında da sevincimi dizginlemeyi bilirim, çünkü böyle hareket eden insanlar sağduyulu ve ölçülü bir hayat yaşar. Bazı durumlarda bütün ayrıntıları düşünmekten kaçınmak iyiyken, bazen her şeyi düşünmek gerekebilir. (…)Sizi acılarınızdan kurtarmak üzere büyük bir mücadeleye girmeye hazırım.”
Steven ve Martin’e ilişkin kapsayıcı bir formül geliştirmek ne kadar zor olsa da, Akhilleus’un vurguladığı şekliyle, sağduyu ve ölçülülük rehberimiz olabilir. Ne günümüzün toplumundaki cılız ancak özünü koruyan şekliyle, ne de Martin’de bütünlenen ilkel toplumdaki en yalın, en acımasız haliyle. İntikamı tamamen ortadan kaldırarak, ancak adaletsizliklere de mahal vermeyerek çözülebilir bütün bir düğüm.
Yani bütün bu adaletsizliklere karşı isyan ederek, Akhilleus gibi mücadele ederek!
Zeynel Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.