Okuduğumuz gazetede, izlediğimiz TV kanalında ya da takip ettiğimiz sosyal medyada karşımıza çıkan haberlere ne kadar güveniyoruz? Bu sorunun yanıtı dönemden döneme ya da coğrafyadan coğrafyaya değişse de -karşılaştığımız sayısız örnek yüzünden- medyanın yazdıkları, gösterdikleri ya da anlattıkları konusunda temkinli olmamız gerektiği bir gerçek.
Geçmişte toplumsal dinamiklerin etkisiyle yalan habere (kısmi de olsa) bir karşı koyuş mümkün olabiliyordu. Ama basın yayın kuruluşlarının birer şirket yayın organı haline gelmesi, RTÜK gibi yalnızca tek sese izin veren kurumların oluşturulması, görece daha özgür başlayan sosyal medyanın trol hesaplarca ele geçirilmesi haberlerin doğruluğuna olan güveni temelden sarstı. Bu yalan haberler o kadar sık ve farklı biçimlerde tekrarlandı ki, artık bu yalanlar gerçeğin yerini aldı.
Peki bu ne demek? Neden gerçeğin bilinmesi istenmiyor? Neden yalan olduğu aşikâr olan pek çok şey bir gerçekmiş gibi kabul görüyor?
Kişisel hırs ya da zevk için yapmanın çok ötesinde, bu yalan haberlerin belirli merkezler tarafından “idare edildiği”ni söylemek yanlış olmaz. Hatırlarsanız, Taksim Gezi isyanında, en çok okuyucuya ulaşan, dolayısıyla en fazla etkileme gücü olan 7 gazete, tek bir manşetle çıkmıştı: “Demokratik Taleplere Can Feda”.
Bu ortaklık tesadüfi değildi. Saray, gazete sahipleri ve başyazarları ile sık sık toplanıyor, onlardan bunu özellikle talep ediyordu. Çünkü artık başka bir döneme geçilecekti ve kamuoyunun buna hazırlanması gerekiyordu.
Fethullah Gülen’e “dön gel artık” manşetlerinin atıldığı günlerden “devlet içinde devlet oluşturdular” söylemine geçilmesinde medyanın dilinin ve kullandığı haberlerin etkisi yadsınamaz. Benzer biçimde, “çözüm süreci”nden, Rojava’daki Kürtlerin “tehdit” olarak görüldüğü günlere geçerken de medya, algı oluşturmada en gözde araç olma konumunu sürdürdü, sürdürüyor.
Öyle ya, bugün “bizi de Efrin’e götür” diye seslenenler, daha bir kaç yıl önce akil heyetlerine kapılarını açanlar değil mi? Ama şimdi konjonktür değişmiştir ve daha saldırgan bir dile gereksinim vardır. En büyük rol medyaya, medyadaki yalan haberlere düşmektedir.
Kim olduğu belli olmayan “görgü tanıkları”, ne görev yaptığı bilinmeyen “konuklar”, kaynağı belli olmayan “raporlar”, hiç sorgulanmayan “yerel kaynaktan alınan bilgiler” şimdi haberciliğin vazgeçilmezleri oldu. Üstelik özellikle sosyal medyada görüntüler üzerinde yapılan tahrifatla -ya da bazen hiç oynamaya gerek kalmadan eski bir olaydan aynen- alınarak kullanılan görseller, bu yalan haber salgınını daha da yaygınlaştırıyor.
Gürşat Özdamar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.