Kafamızın İçinde Ne Var? – Özlem Arkun

İnsan beyni -birçok canlıda olduğu gibi- görmeyi, duymayı, hissetmeyi, hatırlamayı, konuşmayı, tepki vermeyi ve daha birçok yaşamsal fonksiyonu kontrol eden bir organ. Günümüzde bunu biliyoruz ama bunu bilmek bize yetmiyor.

Aslında beyin ve “insanın kafasının içinde ne olup bittiği” hep bir merak unsuru olmuş. Yontma taş devrinde bile obsidyen, çakmaktaşı ya da kemikten yapılan kesici aletlerle insanların kafataslarının kesilerek beyin ameliyatları yapıldığı düşünülüyor. Bilinen en eski beyin ameliyatının 12 ya da 13 bin yıl önce gerçekleştiği söyleniyor.

Özellikle akıl çağı ve rasyonelliğin yükselişiyle beraber insan beyni de bir araştırma nesnesi olarak çokça kesilip biçilip incelenmeye başlanmış. Önceleri savaş alanlarından toplanan beyinler incelenmiş, Fransız Devrimi’nin ardından ise “araştırmacılar” giyotinle “taze” kesilen kafaları meydanlardan toplar olmuşlar. Elbette bu dönemlerde incelenen beyinler -savaş alanlarında erkekler bulunduğu için- hep erkek beyinleri olmuş.

Başlarda çakmak taşlarıyla incelenen beyin, teknolojinin gelişmesiyle birlikte, çalışırken bile görüntülenebilir, incelenebilir hale geldi. Araştırma teknolojileri değişse de incelenen beynin cinsiyeti 1970’lere kadar değişmedi. Kadın beyni çok rağbet görmedi. Boyutunun küçük olması, daha hafif olması ya da adet döneminde değişen hormonlar -dolayısıyla veriler- gibi sebeplerle, erkek araştırmacılar tarafından incelenmeye değer görülmedi.

Son 20-30 yıldır genellikle kadınların yürüttüğü çalışmalarda kadın beyni de incelenmeye ve yorumlanmaya başlandı. Bununla beraber şimdiye kadar kabul gören bazı değerlendirmeler ispatlanmaya, bazıları ise çürütülmeye başlandı. Örneğin -vücut ağırlığı gibi farklılıklar göz önünde bulundurularak yapılan hesaplamalarda bile- kadın beyninin erkek beynine oranla neredeyse %9 daha küçük olduğu doğruydu. Ne var ki beyindeki hücre sayıları erkek ve kadında aynıydı. Yani kadınların kafataslarının içinde, beyin hücreleri daha yoğun ve sıkıştırılmış olarak bulunuyordu. Böylece 19. yüzyıl boyunca hakim olan “beyin hacminin zihin kapasitesi ile ilgili olduğu” görüşü tamamen çürütülmüştü.

Fark Nerede Başlıyor?

Aslında insan türünün dişisinde ve erkeğinde eşit sayıda olan otuz bin genin %1’inden daha azı cinsiyetler arasında farklılıklar gösterse de, bu küçük fark her iki cinsin “kafasının farklı şekilde” çalışmasına neden oluyor. Bu fark gebeliğin sekizinci haftasında görülmeye başlanıyor. Her ne kadar bebeğin beyin hücreleri onun cinsiyetine ait kromozomlar (erkekler için XY, kadınlar için XX) taşıyor olsa da; her iki cinsin beyni de “kadın” beyni gibi çalışıyor. Fakat 8. haftadan itibaren erkek çocuklarında salgılanmaya başlanan testosteron hormonuyla birlikte beyin farklılaşmaya, “erkeksileşmeye” başlıyor. Yine de bebeğin erkek olması tek belirleyici olmuyor. Testosteron salgısının annenin psikolojisi, beslenme biçimi, çevresel, kalıtsal nedenler gibi çeşitli nedenlerle az ya da çok olması, hatta hiç olmaması; bir erkeğin kadın beynine ya da bir kadının erkek beynine sahip olabileceği anlamına gelebiliyor.

Testosteronun devreye girmesi hafıza, konuşma, dinleme, cinsellik, saldırganlık gibi birçok konuda beynin farklılaşmasına neden oluyor. San Francisco’daki California Üniversitesi’nin Psikiyatri Departmanı’nda 1994 yılında bu alandaki ilk kliniklerden olan “Kadınlar için Duygudurum ve Hormon Kliniği”ni kuran nöropsikyatr Louann Brizendine “Kadın Beyni” isimli kitabında, kadın ve erkek beyni arasındaki farklara şöyle değiniyor:

“Beynin işitme ve dil merkezlerinde kadınlar erkeklere kıyasla %11 daha fazla nörona sahiptir. Duygu ve hafıza merkezi ‘Hipokampüs’, tıpkı konuşulan dili işlemeye ve başkalarının duygularını gözlemlemeye yönelik beyin devreleri gibi, kadınlarda daha geniştir. Bu, kadınların genel olarak duygularını ifade etmede ve duygusal olayların detaylarını hatırlamada daha iyi oldukları anlamına geliyor.”

Empati ve adalet duygusunun yer aldığı İnsula’nın yanı sıra hafıza ve duygu merkezi olan Hipokampüs’ün kadın beyninde daha büyük ve aktif olması, kadınların karşısındaki insanın çektiği acıyı kendisinde hisseder gibi hissetmesine ya da kolayca empati kurmasına yol açıyor. Bu durum erkek beyninde farklılaşıyor, çünkü erkek beyninde daha farklı bölümler gelişmiş ve daha aktif. Brizendine “Erkek Beyni” kitabının giriş bölümünde erkek beynini şöyle anlatıyor:

“Erkek beyninde fiziksel etkinlik ve saldırganlığa ayrılmış merkezler daha büyüktür. Erkeğin beyninin eş koruma ve bölge savunma devreleri hormonal bakımdan, buluğ çağından itibaren her an kullanıma hazırdır. Ast-üst ilişkisi ve hiyerarşi, erkekler için çoğu kadının sandığından daha fazla öneme sahiptir. Erkekler aynı zamanda beynin endişeyi kaydeden ve koruyucu saldırganlığı tetikleyen en ilkel bölgesinde ‘Amigdala’da daha büyük işlemcilere sahiptir. Bazı erkeklerin sevdiklerini korurken ölümüne savaşmalarının nedeni budur. Dahası, sevdikleri biri duygusal sıkıntı içinde olduğunda erkek beyninin sorun çözme ve durumu düzeltme bölgesinde derhal kıvılcım çakar.”

Gerçekler Gerçekten Gerçek mi?

Elbette yalnızca bu örnekler üzerinden kadın ve erkek beynini karşılaştırmak ya da bir kanıya varmanın bir gerçekliği olamaz. Ancak böylesi örnekler “bilimsel araştırmaların” nasıl bir kanaat yaratabileceğini görmek açısından birer veri olabiliyor. Bunlar gibi açıklamalar kadınların duygusal, erkeklerin şiddete meyilli olduğu “yargısını” güçlendirirken; bunların “bilimsel gerçekler” olduğu inanışını pekiştiriyor olabilir mi? Belli noktalarda bu durumu “kabul ederek meşrulaştıran” bir araca bile dönüşebilir mi?

Bu araştırmaların her dönemde kendi doğrularını yeniden ürettiğini aklımızda tutarak, beynin cinsiyeti üzerine yaptığı araştırmaların ardından bütün bu verilerin değişip dönüşebilirliğini tartışan Brizendine’den bir alıntıyla bitirelim: 

“…cinsiyete dayanan bu davranış biçiminin ne kadarı doğuştan gelir, ne kadarı sonradan öğrenilmiştir? Kadınlar ve erkekler arasındaki iletişim kopuklukları biyolojik kökenlere mi sahiptir?

… Ama özgür irade ve politik olarak doğru davranmak adına, biyolojinin beyin üzerindeki etkisini görmezden gelmeyi deniyoruz; kendi doğamızla savaşıyoruz… Beyin her şeyden önce yetenekli bir öğrenme makinesidir. Hiçbir şey sabit değildir. Biyoloji güçlü bir etkendir ama bizi kendi gerçekliğine hapsedemez. Bu gerçekliği aşıp, zekâmızı ve kararlılığımızı hormonların ve beynin yapısı, davranışlarımız, gerçeklik algımız, yaratıcılığımız ve genel olarak yaşantımız üzerindeki etkilerini yönetmek ve gerektiğinde değiştirmek için kullanabiliriz.”

 

Özlem Arkun

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.