ABD ile Türkiye arasında, evanjelist rahip Andrew Craig Brunson’ın yaklaşık iki yıldır tutuklu bulunması nedeniyle açığa çıkan, ancak birbirinden farklı pek çok konu başlığını içeren gerilim sürüyor. Birleşik Devletler Başkanı Donald Trump ve Brunson gibi evanjelist kiliseye mensup olduğu bilinen Başkan Yardımcısı Mike Pence‘in attığı ve rahibin “dini kimliğine” vurgu yapılmasıyla dikkat çeken tweetler sonrası kademeli olarak başlatılan yaptırımlarla birlikte, ekonomik kriz beklentisinin olduğu Türkiye’de, ABD Doları tarihi zirveyi görmüştü. Siyonist Evanjelist Hristiyan Kilisesi, şu andaki Trump yönetimiyle yakın ilişkiler içinde. Geçtiğimiz aylarda Trump yönetiminin aldığı, “Kudüs’e büyükelçilik” kararının ardında da Siyonist Evanjelistlerin olduğu düşünülüyor. ABD’deki mevcut hükümetin, Brunson’ın tutukluluğunu tekrar gündeme getirme nedenleri arasında, ülkede önümüzdeki Kasım ayında yapılacak Kongre ara seçimlerinde, yaklaşık bir milyona yaklaşan Evanjelistin oylarını olumlu yönde etkilemeye dönük bir iç politika hamlesi olduğu yorumlanıyor. Bir yanıyla mantıksal doğruluk taşıyan bu yoruma, dış politikada Trump yönetiminin, Brunson restiyle Soğuk Savaş sonrası ABD’nin azalma eğilimi taşıyan hegemonik gücü ve prestijini toparlama hamlesi şeklinde bir katkı da yapılabilir.
İki devlet arasında yaşanan son “Rahip Brunson Krizi” tarih boyunca farklı düzeylerde ve nedenlerle yaşanmış kriz ve gerilimleri de gündeme getirdi. İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan ve Sovyetler Birliği’nin öncülük ettiği Varşova Paktı/Doğu Bloku ile ABD liderliğinde kurulan NATO/Batı Bloku ayrışmasında belirginleşen iki kutuplu dünyada safını NATO tarafında seçen Türkiye ile ABD arasında yaşanan ilk gerilim Johnson Mektubu olarak biliniyor. Dönemin ABD Başkanı Lyndon Baines Johnson tarafından 5 Haziran 1964’te İsmet İnönü’ye gönderilen ve ültimatom niteliği taşıyan mektup, taşıdığı aşağılayıcı üslup nedeniyle uzun süre kamuoyundan gizlenmek zorunda kalmıştı. Mektup, TC hükümetinin 2 Haziran 1964’te Kıbrıs’a yönelik askeri harekat yapma kararı sonrası yazılmıştı. ABD hükümeti Türkiye’nin Kıbrıs’a yönelik harekatına, NATO üyesi iki devlet olan Türkiye ve Yunanistan arasında savaşa yol açabileceği, bu durumda ABD’nin Türkiye’yi savunma konusunda “isteksiz davranacağı” ve böylesi bir çatışma ortamının, Soğuk Savaş’ın sürdüğü o dönemde Sovyetler Birliği’nin de bölgeye müdahil olacağı gibi gerekçelerle karşı çıkıyordu. ABD’nin bu ültimatomu sonrası Türkiye Kıbrıs’a harekat planın vazgeçmek zorunda kalmıştı. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki stratejik öneminin görece azalması nedeniyle sert bir şekilde kaleme alınan Johnson Mektubu sonrası, Sovyetler Birliği ile kısmi bir yakınlaşma içine girilmiş, bu ülkeyle sebze-meyve ihracatı karşılığında yapılan anlaşmalar sonucu 200 milyon dolar tutarında kredi sağlanmış ve bu kredi ile İskenderun Demir Çelik Tesisleri, Seydişehir Alüminyum Fabrikası, Aliağa Petrol Rafinerisi, Bandırma Asit Sülfürük Fabrikası, Artvin Levha Fabrikası inşa edilmişti.
İlerleyen yıllarda ABD ile Türkiye arasında, yine Kıbrıs Sorunu başlığı üzerinden yaklaşık 5 yıl sürecek ve ekonomik-siyasi sonuçları açısından ağır bir ikinci kriz yaşandı. Sovyetler Birliği’nin Suriye ile geliştirdiği ilişkiler üzerinden Doğu Akdeniz’de artan askeri varlığı, devletler nezdinde Kıbrıs’ı tekrar stratejik öneme sahip bir üs haline getirdi. 1971’de haşhaş ekimini tamamen yasaklayan Türkiye’nin 3 yıl sonra aksi bir karar alması ABD ile ilişkilerin tekrar gerilmesine neden olurken bu gerilim, Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’ı işgal etmesiyle beslendi. ABD’nin uyguladığı silah ambargosuna Türkiye, NATO’nun Sovyetler Birliği’ne karşı kilit operasyon merkezlerinden biri olan İncirlik Üssü’nün kapatılması ile yanıt verdi. 1974-1979 yılları arasında süren gerilimin, Türkiye’ye faturası ekonomik kriz ve siyasi istikrarsızlık oldu. Krizin bitmesine neden olan bölgesel iki gelişme ise 1979’da İran’da yaşanan rejim değişikliği ve Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgaliydi. Bu iki önemli gelişme sonrası Orta Doğu’da, kendisine karşı konumlanma potansiyeli taşıyan üçüncü bir değişime tahammülü olmayan ABD, silah ambargosunu kaldırdı ve bu süreç sonrası TSK dünyanın önemli askeri güçleri arasına girerek NATO’nun bölgedeki fiili kara ordusu halini aldı.
1980 ve 90’lı yıllar boyunca gerilimin yaşanmadığı iki devlet arasında, 2003’te ABD’nin İkinci Irak İşgali nedeniyle tezkere ve çuval şeklinde sembollerle adlandırılan kriz yaşandı. ABD’nin Irak’a yönelik işgalinde kuzeyden Türkiye üzerinden kara cephesi açmak istemesi, 1 Mart 2003 tarihinde Meclis gündemine taşındı. Toplumsal muhalefetin sert bir şekilde karşı çıktığı ve bu bağlamda dönemin iktidarını baskı altına aldığı oylama, Meclis’te reddedildi. 1 Mart Tezkeresi’ne ABD tarafından , aynı yılın 4 Temmuz tarihinde, Birleşik Devletler’in bağımsızlık günü olması nedeniyle güçlü bir sembolizm taşıyan bir günde yanıt verildi. Başur’un (Kuzey Irak) Süleymaniye kentindeki TSK özel kuvvetlerine ait bir üs ABD askerleri tarafından basıldı. Üste bulunan TSK askerleri başlarına çuval geçirilip gözaltına alınarak sorgulanmak üzere Bağdat’a götürüldü.
ABD ile Türkiye arasında tarih boyunca yaşanan krizler genellikle, dönemin Soğuk Savaş koşullarındaki gelişmelere de bağlı olarak, dönemsel yumuşamalara gidilmesiyle sonuçlandı.Ancak şu anda iki devlet arasında var olan kriz, çözülmesi zor farklı başlıkları içermesi, ABD’nin “pekiştirilmeye muhtaç” hegemonyası, Türkiye’nin de yolun başında “yara almaması” gereken rejim değişikliği nedeniyle, şimdilik tarafların geri adım atmayacağı izlenimi uyandırıyor. İki devletin başında bulunan seçilmiş otoriterlerin restleşmesi şeklinde açığa çıkan, ancak devletlerin iç ve dış politikaya içkin menfaatler bütününü barındıran bu krizle birlikte, sert bir ekonomik krize gebe olan yaşadığımız coğrafyanın halklarının ödeyeceği faturanın ise ağır olacağı aşikar.