*Encam: (Farsça) işin sonu, gelecek. Kıyam: (Arapça) başkaldırı, isyan.
Döviz aldı başını gidiyor, TC’de son bir yılda %100’e yakın kur artışı oldu. Bu durum yaşamın her alanına yansıdı elbette, ama en çok -basın yayın gibi- dövizle çalışan sektörleri etkiledi. Üstüne bir de kağıdın hammaddesi olan selülozun fiyatının tüm dünyada %50’ye varan artışı… Bir de yeni gümrük vergisi eklendi. Hal böyleyken, bütün basın kuruluşları kağıt sıkıntısıyla karşı karşıya. Devlet, büyük ve “sahibinin sesi” basın kuruluşlarına verdiği teşvikler ve sildiği vergi borçlarıyla artan maliyetleri ve vergi yükünü hafifletiyor. Herhangi bir sermaye grubuna dahil olmayan, reklam bile almayan, hele de “sahibi olmayan” basınsa ciddi maddi zorluklar çekiyor.
Özgür düşünceyi yansıtan, gerçekleri anlatan kitaplara, gazetelere ve onların yazarlarına düşmanlık, faşizmin en belirgin davranışlarındandır. Tehlikeli görülen yayınları toplayarak meydanlarda ateşe vermek, yayınevlerini yakmak, yayınları sansürlemek-yasaklamak ve toplamak sık kullanılan “açık” yöntemlerdendir. Bugün bu açık yöntemlerin yanında, “örtük” bir yöntemle de karşı karşıyayız aslında; kağıt sıkıntısı…
Gazetta Gazetta Olalı…
Bilinen ilk gazetenin Antik Roma’da taş üzerine oyulup halka açık yerlere konularak yayınlanan Acta Diurna veya hükümet ilanı bültenleri olduğu iddia edilir. Bugünkü anlamıyla gazetenin ortaya çıkışının ise 1447 yılında hareketli parçalar ile yazı baskısını icat eden Johannes Gutenberg’in matbaasına dayandığı söylenir.
Gutenberg’in matbaasının ardından Avrupa’nın birçok kentinde, basımevi sahipleri duydukları ilginç olayları “haber sayfaları” olarak yayınlamaya başlamıştı. Bunlardan Venedik’te basılanları, halka “1 gazetta”ya satılıyordu. Bu paranın adı, zamanla okuduğumuz gazetenin adı haline geldi. O gün bugündür sansür ve maddi dayatmalar gibi devlet politikaları, başta gazeteler olmak üzere kitaptan dergiye tüm basılı araçların tepesinde bekleyen giyotin olmayı sürdürüyor.
Devlet Politikaları Yüzünden Değişmek Zorunda Kalan Biçim
Matbaanın icadının ardından çıkmaya başlayan gazeteler, günümüzün dergileri boyutundaydı. 1712’de Britanya devleti gazetelerden sayfa başına vergi almaya karar verince, yayımcılar da çareyi dönemin matbaalarının basabileceği en büyük sayfa boyutunu kullanmakta bulmuştu. Dünyanın dört bir yanında hala sıklıkla kullanılan 55×35 cm boyutlarındaki gazeteler, böylece ortaya çıkmıştı. Devletlerin politikaları yüzünden yaşanan ekonomik sıkıntılara tarih boyunca farklı çözümler üretildi.
Şimdilerde de son bir yılda, özellikle son bir ayda yaşadığımız topraklarda katbekat artan kağıt fiyatlarına çare aranır oldu. Çeşitli basın yayın kuruluşları kendilerince çözümler üretti yaşanan sıkıntılara. Kimi dergiler cep boyu basıldı, kimi gazeteler puntolarını küçülttü, kimileri sayfa sayısını ya da kağıt kalitesini düşürdü.
Sorunun Kaynağı İthal Kağıt mı?
Sorunun kaynağını kağıt üretmeyip ithal etmeye indirgeyen bir kesim var. Bu yerlici-millici ama anti-AKP’ci kesimin savları şöyle: “TC, 1936 yılında kağıt üretimine başlamıştı. Ancak ‘yerli’ SEKA (SElüloz-KAğıt) fabrikaları, kağıt üretiminin ithal kağıttan daha pahalı olduğu ileri sürülerek Özal döneminde özelleştirilmeye başlanmıştı ve Erdoğan döneminde son fabrikalar da satılmıştı. İthal kağıt da dövizle alındığı için maliyet arttı.”
Bu bilgiler doğru, ama oldukça eksik. Kağıt TC’de üretilseydi bile kağıdın hammaddesi olan selüloz da, kalıp malzemeleri de, mürekkep de, matbaa makineleri de bu makinelerin yedek parçaları ve bütün teknik malzemeler de dövizle alınıyordu. Yani kağıt üretimi “yerli” olsaydı bile basın yayın sektörü kur artışından oldukça fazla etkilenecekti. SEKA’nın var olduğu ancak yayıncılığın zora girdiği Menderes Dönemi başta olmak üzere birçok dönemde benzer sebeplerle özellikle muhalif yayınlar kağıt sıkıntısı çekmişti.
Menderes Döneminde Kağıt “Yerli” Ama Kullanabilenler “Menderesçi”
“Basın özgürlüğü” Adnan Menderes’in öne çıkan seçim vaatlerindendi. Kazandığı seçimin ardından gelen ilk yıllarda basınla geliştirdiği “ılımlı” ilişkiler kısa sürmüştü. Ekonomik istikrarsızlık ve Kore’ye asker gönderilmesinin eleştirilerinin yer aldığı basınla ilgili düzenlemeler gündeme gelmiş ve 1954 yılından itibaren kanunlar değişmeye başlamıştı. 1955’te, 6-7 Eylül Pogromu’nun ardından ilan edilen sıkıyönetimle birlikte gelen yasaklar, baskıyı iyice yükseltmişti: “6-7 Eylül olaylarıyla ilgili haber ve resimler yasaktır. Hükümeti tenkid etmek yasaktır.” Bunun dışında da devletin haberleştirilmesini hatta konuşulmasını istemediği pek çok şey yasaklanmıştı: “Darlık, kıtlık ve yokluk haberleri yazılmayacaktır. NATO devletleriyle ilgili haber yapmak yasaktır. Kıbrıs’taki olaylarla ilgili haber yapmak yasaktır. Öğrenci birlikleri ya da başka dernekler hakkında yapılan kovuşturmalarla ilgili haberler basılamaz…” Yayını yasaklanmış haberlerin yerleri gazetelerde boş bırakılır, bu nedenle belirli yerleri bembeyaz gazeteler çıkardı. 10 yılda 800’den fazla gazeteci yasaklara uymadıkları için hapishanelere kapatılmış, yine aynı gerekçeyle onlarca gazetenin yayınına son verilmişti.
Böyle bir dönemde devlete ve politikalarına karşı yazmak zaten zorlaşmışken devlet tarafından gazetelere dağıtılan kağıt da iktidarı övmeyenlerden kısılarak iktidarı övenlere verilmekteydi, elde kalan kağıtsa piyasadaki alıcılara. Alıcıların kim olacağına devlet karar verdiği için o döneme kadar kapatılmayan muhalif yayınlar da kağıt sıkıntısı çekmekteydi. Kağıt karaborsaya düşmüş, birçok yayın varlığını sürdüremeyerek kapanmıştı. Öncesinde bütün gazetelere verilen devlet ilanları ise 1959’dan itibaren sadece pohpohçu yayınlara verilmeye başlanmıştı. Bu yayınların patronları ilan gelirlerinin yanı sıra peşin alım desteği, kamu kurumu abonelikleri ve makine hibeleri gibi fırsatlardan yararlanarak zenginliklerine zenginlik katıyordu. Kağıt “yerli”ydi ama o kağıtla yayın çıkarabilmek “Menderesçi” olmayanlar için imkansıza yakındı.
Özal Döneminde İki Buçuk Gazete Yeterliydi, Gerisi Fazlalık
Gazete kağıdına devlet desteğinin kaldırılmasının ve yayınların çoğunun darbeyle susturulmasının ardından kapitalizmin yaşadığımız coğrafyada palazlandığı dönem, geride magazin gazeteciliği dışında yayıncılık ya da gazetecilik namına pek bir şey bırakmamıştı. Özal da iki buçuk gazetenin TC için yeterli olduğunu söyleyerek diğer gazete ve yayınlara ne olacağının mesajını vermişti (iki buçuk: Hürriyet, Sabah ve diğerlerinin toplamı). Medya patronları Özal’ın tüm dış gezilerinde hazırkıta yanında bulunuyordu; faili devlet olan cinayetler, infazlar, köy boşaltmalar, çete-devlet ilişkilerini araştırıp yazmak yasaklanmıştı.
Dönemin gazetelerinden birinin “basının desteğiyle iktidar olup sonra da basını bozguncu ilan ettiler” haberinin ardından kendisini övmeyen basınla ipleri tamamen koparan Özal, 90 yılının Nisan ayında Çankaya’da, basının “teröre” alet olduğunu söylediği bir basın toplantısı düzenlemişti. Gazetelerin haber politikaları ve dillerinin nasıl olması gerektiğini detaylıca anlatıp nasıl manşetler atılabileceğine kadar örnekler vererek gazeteciliğin sınırlarını açıklamıştı. Ardından çıkarılan “SS Kararnamesi” olarak bilinen Sansür ve Sürgün Kararnamesi ile OHAL valisi köy boşaltma ve sürgün yetkilerine sahip olmanın yanı sıra istediği yayını toplatabilir, yayınlanmasını durdurabilir, basıldığı matbaaları kapatabilir hale gelmişti. Bu kararnamenin ardından iki yıl içerisinde 100’den fazla gazeteci doğrudan kolluk kuvvetlerinin fiziki saldırısına mağruz kalmış, pek çokları tutsak edilmiş, yine yüzlerce gazete ve dergi toplatılmış, yasaklanmış ve kapatılmıştı.
Bu açık baskıların yanında Özal da (Menderes gibi) kağıt temini vasıtasıyla gazeteler üzerinde baskı oluşturmaktaydı. Basınla ilişkileri ne zaman gerilse tüm gazetelerin kağıtlarını temin eden SEKA’ya zam talimatı veriyordu.
Bugün: Baskı, Yine Her Biçimiyle Baskı
Yıl 2018’e geldiğindeyse devletin kullandığı “açık” baskı yöntemlerini teker teker yazmaya ihtiyaç duymuyoruz, herkes biliyor. Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP)’nin verilerine göre, yaşadığımız coğrafyada 21 Eylül 2018 tarihi itibariyle 217 gazeteci hapishanelerde tutsak bulunuyor. Yazdıkları sebebiyle açılan davalarla baskılanan binlerce kişi, yazılanlar sebebiyle kapatılan yüzlerce gazete- dergi olduğunu da bilmeyen yok.
Bütün bunların üzerine, döviz kurlarındaki akılalmaz yükselişten en çok hangi yayınların etkilendiği apaçık ortada. Yine Basın İlan Kurumu tarafından sağlanan gelirlerden sadece “sahibinin sesi” basın kuruluşlarının patronlarının nasiplendiği de herkesin adı gibi emin olduğu gerçeklerden. Basına yönelik sansürcülüğü ve yasaklarıyla ünlü olan padişah II. Abdülhamid gibi “suikast, anarşi, dinamit, dinamo ve padişahın büyük burnunu akla getireceği için ‘burun’ vb.” kelimeleri henüz yasaklamamış olsalar da, yasaklamaları muhtemel; bu kadar yalan söyleyen politikacı ve medya patronları varken onların uzayan burunlarını akla getirebileceği gerekçesiyle.
Ve bu büyük medya kuruluşlarının gazetelerinin hepsi ortak manşetlerle çıkmayı sürdürürken kendi fikrini, inandığını yazanların yaşadıkları bugüne özgü değil; aksine basın tarihi benzer sıkıntılarla dolu. Ve her şeye rağmen yayınını sürdürenlerle. 47. sayımızda yeniden buluşmak üzere…
Mercan Doğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.