Oda, bina, yol, metro, metrobüs ve yine bina. Duman, kir, pas, gürültü… Sıcağı çok sıcak; soğuğu daha soğuk. Refüjler, duble yollar, otoparklar, köprüler, köprülü kavşaklar. Millet bahçeleri, kenara köşeye sıkıştırılmış parklar; AVM’ler, AVM’ler, her yerde AVM’ler… Alışveriş arabaları, reklam tabelaları, tanıtım broşürleri… Mesaj bildirimleri, emojiler, gifler… Hız hız, çok hız, daha da hız! Hormonlu domatesler, GDO’lu ürünler, hibrit tohumlar, şarbonlu hayvanlar, gezmeyen tavuklar, deliren insanlar, deliren toplumlar, deliren kentler…
Siz de mi bunları yaşıyorsunuz her gün? Siz de mi çocuğunuzun domatesle markette tanışmasından muzdaripsiniz? Sizler de mi toz topraktan korkuyor, her şeye karşı alerji geliştiriyorsunuz? Siz de mi mutsuzsunuz, sağlıksızsınız? Organik pazarlarda mı sabahlıyorsunuz, semt pazarıyla mı idare ediyorsunuz? Yoksa sizler de mi güneye inip verandalı bir ahşap evin bahçesinde küçücük bir bahçeyle oyalanma hayalleri kuruyorsunuz? Cevabınız evet ise kentte yaşıyorsunuz demektir. Hayır ise yaşıyor sayılmazsınız. Belki ise bir köydesinizdir. Artık köylerin de neredeyse kentleştiğine tanıklık ettiğiniz için gidecek hiçbir yeriniz yoktur. O yüzden sonuncular için tek çare hafta sonu köye gelecek manavı beklemektir… Gerçekten tek çare bu mudur?
Pek öyle değil aslında. Çünkü doğada kır da yoktur kent de; her yer birileri için yuva, her kovuk birileri için ocak olabilir. Kır kent ayrımı yapay bir ayrımdır. Kapitalizm ve devlet istediği için bu böyledir. Bir tasarımdır. Hem de çok kötü, işlevsiz, anlaşılmaktan uzak bir tasarım. Ve adaletsizliğin içine sızdığı tüm tasarımlar gibi sac ayakları titreyen, bir tekmede alaşağı edilebilecek bir tasarımdır. Fakat önemlidir sahipleri için kentler. Sanayiler, fabrikalar, iş merkezleri hep burada toplanır. Onları işletmeye mahkum edilenler de öyle. İşçiler, kadınlar, çocuklar ve herkes. Kimisi ilişki üretir sabahtan akşama kadar, kimisi araba farı; biri çorba yapar, diğeri paspas yapar bir gökdelenin zemin katında…
Kentler doyurulması gereken obur canavarlara dönüştürülmüştür kırlar için. Tonlarca patates, tonlarca buğday, tonlarca hayvan, tonlarca insan, tonlarca taş ve moloz kurban edilir kentin gazabından korunmak için. Çiftçinin 5 liraya sattığı, kente gelene kadar 25 lira olur. Tüm bunlara rağmen ne çiftçi kazanır, ne çiftçinin ürettikleri ile karnını doyuran. Ama yine de büyür kentler; çevresindekileri soğura soğura büyür, genişler. Her şeyi ve herkesi kendine dönüştürünceye kadar büyüyecektir. Bunu başardığında ise oburluktan patlayıp yok olacaktır elbette. Sıkıntı şudur ki içindekiler ve dışındakilerle beraber çevresinde ne varsa silip süpürecektir bu patlamanın şok dalgaları.
Sözün kısası, kent kent olmaya devam ettikçe sömürmeye ve öldürmeye mahkumdur. Gustav Launder’in devlet için yaptığı şu yorum kent içinde geçerlidir: “Devlet bir durum, insanoğulları arasındaki belli bir ilişki, onlar arasındaki bir davranış tarzıdır; onu, başka ilişkiler geliştirerek, birbirimize karşı farklı şekillerde davranarak tahrip edeceğiz.” Yani kenti işlevi dışında kullanmak, onun içeriğini de değiştirecektir. Buradaki üretim tüketim ilişkilerinin değiştirilmesi, ilişki biçimlerinin değiştirilmesi, kentin doğayla kurduğu ilişkiye müdahale edilmesi… Onun saldırılarının durdurulması kenti de değiştirecektir; kentlileri de.
Madem kır – kent ayrımı yapay bir ayrım, madem kentin kır ile kurduğu ilişki adaletsiz ve olağandışı bir ilişki; neden evimizin balkonu, yol ortalarındaki refüjler ya da kullanılmayan araziler ihtiyaçlarımızı karşılamak için kullanılmasın? Karşılıklı Yardımlaşma teorisini ortaya atan P. Kropotkin, 1800’lerin ortalarında yazdığı Ekmeği Fethi kitabında bu konuya değinmiş, bir devrim sürecinde kırın kenti besleyemediği durumlarda kentlilerin ne yapabileceğine dair önerilerde bulunmuştur:
“…Toprağın, tarımın ne olduğundan habersiz kentli yurttaşlara, özellikle de büyük kentlerde yaşayanlara gelince, kendilerine, yaşadıkları kentin çevresinde yürüyüşler yapmalarını ve buralarda bağ bahçe işlerinin nasıl yapıldığını gözlemelerini, bu işleri yapan insanlarla konuşmalarını salık vereceğiz; önlerinde yepyeni bir dünyanın açıldığını görecekler. Yirminci yüzyılda Avrupa tarımının nasıl olacağı konusunda belli ölçüde fikir sahibi olacaklar. Ayrıca toplumsal devrimin elinde ne büyük güç olduğunu anlayacaklar. İnsanların topraktan istedikleri her şeyi ondan nasıl alacaklarını öğrendikleri zaman toprağın nasıl cömert olduğunu görecekler.”
Kropotkin sadece bununla da yetinmemiş, kitabın son bölümünde “Kentte tarım nasıl yapılır?”a dair pratik cevaplar hazırlamış; seracılık, boş arazilerin kullanımı gibi birçok konuda teknik bilgiler vermiştir.
Bu, biz bugünün insanları için de geçerlidir. Hiçbir şey yapmayanların her şeyi kazandığı bugünün üretim tüketim ilişkisinden çıkmak, kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak; mahalle bostanlarında, kent – köy kooperatiflerinde, kolektiflerde buluşmak hem doğal ve gerçek bir şekilde beslenmemizi hem de bizi içine alan bu ekonomik, sosyal ve siyasal çemberden kurtulmamız için ilk adımları atmamızı sağlayacaktır.
Bunun için halihazırda uygulanan yöntemler olduğu gibi yeni yöntemler bulmak ve uygulamak hem yaratıcılığımıza hem de aramızdaki dayanışmaya bağlıdır.
Gerilla Bahçeciliği: Şehirde terk edilmiş -belki de hiç kullanılmış- alanlar, araziler, refüjler sizleri bekliyor. Belediyelerin, kamu arazilerinin, zenginlerin yatırım yapmak için beklettikleri bütün topraklar bizimdir. Bir gece yarısı maskenizi takın, ister etrafı güzelleştirmek için rengarenk çiçekler ekin, ister menemeniniz için domates. Üstelik ulaşılması zor olan noktalar için geliştirilmiş tohum bombalarını da kullanabilirsiniz.
Tohum Bombaları: Toprak ve sudan yoğun ve sert bir çamur hazırlanır. Tohumlarımız bu çamurların içine konulur, çamur yuvarlak bir top haline getirilir. Sonra güneşte kurumaya bırakılan tohumlar, şehri güzelleştirmek için toprakla buluşacakları anı beklemeye koyulurlar.
Apartman Bahçeciliği: İnsanlar arasındaki hiyerarşinin keskinleşmeye başladığı dönemle dikine mimarinin gelişmeye başladığı dönem arasındaki kesişme bir tesadüf değildir. İnsanlığın doğaya sırtını dönüp sanayinin cehennemvari dünyasına adım attığı dönemle aynı dönemdir. Bu dönemin başlangıcında, tıpkı diğer nesneler gibi insanlar da kentler tarafından kendilerine çekilerek ya hammadde ya da iş gücü olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bundan sonra ortaya çıkan nüfus yoğunlaşması bugüne kadar artarak devam etmiş, artan arazi fiyatları dikey mimariyi bizlere dayatmıştır.
Fakat tüm bunlar burada da güzel bir şeyler yapılamayacağı anlamına gelmez. Balkonda saksılar içinde yetiştirdiğimiz bitkiler bir ailenin ihtiyacını karşılayamayacak olsa da salatalarımızı süsleyecek yeşillikler ekmemek için bir nedenimiz yoktur. İsterseniz balkonunuzu saksılarla donatabilirsiniz. İsterseniz mutfak penceresinin önünü kullanabilirsiniz. Toprak için gece yarısı evin yakınlarındaki bir bahçeyi ziyaret etmeniz yeterli olacaktır. Tohum içinse internette küçük bir araştırmayla doğal atalık tohumlara ulaşmak mümkündür. Ya da daha temelden başlamak istiyorsanız, tadını sevdiğiniz bir meyvenin çekirdeğini kullanmak faydalı olacaktır.
Elbette tek alternatifimiz balkon ya da pencere önleri değildir. Bir çok apartmanın küçük de olsa bir bahçesi bulunur. İkna etmeniz gereken bir apartman dolusu insan olsa da çekinmeyin! Onları da bu işe dahil edin. Temiz gıdaya ulaşmak, beraberce bir iş yapmak, komşularını tanımak herkesin hakkı, herkesin arzusudur aslında. Toprak parçası ne kadar küçük de olsa tarihin her döneminde beraberce yapılan bir iştir bu. Balkonda tek bir domates ile başlayan maceranız neden sonra apartman bahçesine hatta herkesin beraberce işleyebileceği ve karnını doyurabileceği mahalle bostanlarına dönüşmesin?
Mahalle Bostanları: Aslında İstanbul’da yaşayanların oldukça aşina olduğu bir şey kent mahalle bostanları. Yedikule Bostanları, Kuzguncuk Bostanı gibi tanıdık mekanlar İstanbul’da oldukça köklü bir kent tarımı geleneği olduğunu gösterir. Hatta tarihe bakacak olursak Bizans – Roma – Osmanlı dönemleri de dahil olmak üzere İstanbulluların her mahallede kurulan ufak tefek bostanlarla bütün sebze ve meyve ihtiyaçlarını karşıladıkları görülebilir. Her ne kadar o günlerden bugüne sadece birkaç tane bostan kalmış olsa da bunları arttırmak, bu geleneği diriltmek yine bizim elimizdedir. Bunun en güzel örneği ise Taksim Gezi İsyanı sonrasında yaşanmıştır. Birçok mahalle, mahalleli ve yaşam savunucuları ile birlikte kendi bostanlarını oluşturmuştur. Bunların azımsanmayacak bir kısmı Gezi’nin rüzgarı dindikten sonra bile halen sürmektedir.
Her ne kadar son yıllarda yaşadığımız tüm şehirler birer açık hava şantiyesine dönüştürülmüş olsa da herkesin mahallesinde şehrin sahiplerinin gözden kaçırdığı bir iki ufak alan vardır. Hiç olmazsa bir park kenarı illa ki vardır. Beraber çalışacağımız bir avuç toprağı bulduktan sonra ihtiyacımız olan şey biraz tohum, belki bir kürek fakat bol bol dayanışma olacaktır.
Ekonomik, ekolojik, psikolojik, sosyal ve siyasal baskılar kırdan kente tüm canlıları dört bir yandan kuşatıyor. Kırda yaşayan kenti istiyor. Kentli güneye inmek için para biriktiriyor. En temel gereksinimlerimizden biri olan sağlıklı beslenmek ve sağlıklı yaşamak bize birer lüks olarak pazarlanıyor. Aslında herkesin hakkı olan “en güzel”, “en pahalı” ile eşleştiriliyor.
Anarşistler için temel gereksinimlerin neler olduğu, bunların nasıl karşılandığı ve nasıl bölüşüldüğü oldukça önemlidir. Bu yüzden tarih boyunca anarşistler “Devletlerin ve kapitalizmin stratejilerine karşı biz bugüne kadar ne yaptık, bundan sonra ne yapacağız?” sorusunu tartışıp çözümlerini hayata geçirmeye uğraşmışlardır. Dolayısıyla ister kentte olsun ister kırda, yapılana ve yapılmak istenene basit bir “hobi bahçeciliği” olarak bakmazlar. Biz anarşistler için küresel kapitalist şirketlerin temeline konulan dinamitle, devlete zarar veren her eylemle, bireylerin ve toplumların kapitalizmin kanallarını kullanmadan oluşturduğu adaletli bir üretim-tüketim ilişkisi birbirinden çok da farklı değildir.
Özlem Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesinin 46. sayısında yayınlanmıştır.