Bechdel’in Ölçüsündeki Cinsiyetçilik- Gizem Şahin

Bechdel, sinemada cinsiyetçiliği ölçmek için uygulanan bir test. Ama filmler bu testi geçse de geçmese de sonuç aynı.

Oscar olarak bilinen Akademi Ödülleri, 24 Şubat’ta Los Angeles’ta düzenlenen bir törenle verildi. Bu yıl 91. kez verildi bu ödül, hemen hemen her yıl tartışmaları da beraberinde getirdi. Çoğu zaman ayrımcılığın ve cinsiyetçiliğin ödüllendirildiği seçimler oldu.

Bugüne dek Oscar alan filmlerin yarısından fazlası, filmlerde cinsiyet eşitsizliğini ölçmek için başvurulan bir test olan Bechdel Testi’ne göre sınıfta kalmış durumda.

Bechdel Testi, ismini, Alison Bechdel’in çizdiği ve 1985 yılında yayımlanan bir karikatürden alıyor. Karikatürde iki kadın sinemaya gitmeyi düşünüyor ama kadınlardan biri olan Mo Tesla karakteri, film seçimini yaparken 3 kurala uygun olmasına dikkat ettiğini söylüyor. Bu kurallar, karikatürde “filmde en az iki kadının olması, bu kadınların birbirleriyle konuşuyor olması ve bu konuşmanın erkekler hakkında değil başka herhangi bir konuda olması gerektiği” olarak anlatılıyor.

İşte sonradan Bechdel Testi ya da Mo Kanunu olarak isimlendirilecek olan testin kriterleri de buradan doğuyor. Yalnız ilk kural, filmdeki kadınların isimlerini bilmemiz de gerektiği şeklinde güncelleniyor ve öyle uygulanıyor.

Kadınları Erkekler Üzerinden Var Eden Filmler

Filmlerdeki kadınların durumuna ve konuşmalarına dayanarak cinsiyet eşitsizliği ile ilgili bir değerlendirme yapılıyor. Kadının aktif bir özne mi, yoksa erkekler üzerinden var olan bir nesne mi olduğu sorusuna cevap aranıyor.

Elbette yalnızca Oscar alan filmlere değil diğer filmlere de bu test uygulanıyor. Walter Hickey, 1970 ile 2013 yılları arasında çekilen ve gösterime giren 1794 filme bu testi uyguluyor ve sonuç tahmin edileceği gibi olumsuz, büyük çoğunluk bu testi geçemiyor. Beklendiği üzere Rocky, Braveheart ya da Gladiatör gibi filmlerin yanı sıra Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter da bu testi geçemeyenler arasında.

Değişik bir örnek olarak, bir korku-bilimkurgu filmi olan Alien (Yaratık) filmi Bechdel testini geçmişe benziyor. En azından filmde kahramanlardan Ripley ve Lambert yaratıklar üzerine bir konuşma yapıyorlar ve bu özellik ile testin 3 kriteri de “başarıyla” tamamlanıyor. Tabii yaratıkların erkek ya da kadın olduklarını görmezden gelerek!

Ama uzay üzerine bir başka bilim kurgu olan Star Wars (Yıldız Savaşları) filminde ise adları olan üç kadın karakter (Prenses Leia Organa, Beru ve Mon Mothma) olmasına rağmen film serisinin hiçbir bölümünde bu kadınlar kendi aralarında bir konuşma gerçekleştirmiyorlar.

Kadınlar Konuşabilseydi Savaşlar Dururdu

Benzer biçimde Yüzüklerin Efendisi filminde Arwen, Eowyn ve Galadriel isimli kadın karakterler, filmin toplam 10 saati aşan serisinde hiç birbirleriyle konuşma imkanı bulamıyorlar! Kadınların, Orta Dünya’da bir yüzük yüzünden başlayan savaşları durdurmak için bir kez olsun bir araya gelmemeleri çok anormal değil mi? Bu durum da, filmin testi geçememesinin yanı sıra senaristin ve yönetmenin de cinsiyetçilik testinden geçemediğini göstermeye yetiyor.

Avatar filminde de iki kadının birbiriyle sohbet ettiği tek sahne Neytiri ile annesinin konuştuğu sahne. Ama bu sohbet Jack üzerine olduğundan Avatar da bu testi geçmeyi başaramıyor.

Bu test sonuçları, örneğin İsveç’te, film eleştirmenlerinin film değerlendirmelerinin de vazgeçilmezi haline geliyor. Gene bu testler televizyon dizilerine de uygulanabildiğinden İsveç televizyonlarında Bechdel Testi kuşağı var ve belirli saat dilimlerinde yalnızca bu testi geçmiş film ya da dizilere yer veriliyor.

Genellikle kadın öyküleri çeken Sofia Coppola, ki kendisi Lost in Translation (Bir Konuşabilse) filmiyle En İyi Özgün Senaryo Oscar’ı da almış bir yönetmendir, İsveç’e kadar yayılan bu testi duymadığını söylüyor bir röportajında. Coppola, yönettiği The Beguiled (Kadın Affetmez) filmi her ne kadar Clint Eastwood’un 1971 yılında çektiği filmin kadın bakışından bir uyarlaması olarak takdir toplamışsa ve her ne kadar Coppola’nın hiç duymadığını söylediği Bechdel’den geçer not almış olsa da, öykünün orijinalinde ve filmin daha önceki versiyonunda yer alan siyah hizmetçi karakterine yer vermediğinden ırkçılık eleştirilerine maruz kalmıştı. Yani, bu film örneğinde olduğu gibi kadına bolca yer verilse, testi başarıyla geçmiş olsa da, hatta o filmi bir kadın çekse de, burada sistemin algısıyla hareket edilip edilmediği belirleyici oluyor.

Gerçekten de, 2008 yılında ilk Oscar alan kadın yönetmen Kathryn Bigelow, The Hurt Locker (Ölümcül Tuzak) filmiyle Bechdel Testi’ni geçemediği gibi, Irak’ı işgal eden ABD’nin politikalarına uygun bir öykü ve kahraman askerler ile sistemin erkek bakışından başka bir yerde durmadığını göstermiş oldu.

1929’dan bu yana verilen Oscar’ın kime gideceğini belirleyen Akademi Jürisi, sinema sektöründe bugüne dek pek çok başarılı işler çıkarmış kadınları hep yok saydı, görmezden geldi. Aslında benzer bir test bu jüriye ve hatta sektörde çalışanlara uygulansa, çıkacak sonuç hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

Elbette yalnızca Oscar değil diğer büyük festivallerde de, ödüller almış pek çok film bu testi geçemiyor. Ama işin ilginç kısmı, alternatif ya da bağımsız olarak nitelenen filmlerin çoğunda da benzer durum yaşanıyor. Bu ayrımcılığı yalnızca film endüstrisine endeksli okumak da yanıltıcı. Yani ayrımcılık ince ince her yere yayılmış, herkese sızmış durumda. Bu kadar çok tekrarlanan bu durumu kabullenmek oldukça kolaylaşıyor.

Kadınlar Filmlerde de Yaşamda da Yok Sayılıyor

Oysa Virginia Wolf’un “kadınların olmadığı, yok sayıldığı bir edebiyat ne kadar da kuru olurdu, ne Hamlet Hamlet olurdu, ne de Sheakspeare Sheakspeare” sözündeki gibi, bu durum böyle sürecek olursa filmler film olmaktan çıkacaklar; çünkü kadınların olmadığı, konuşmadığı, düşüncelerini ve duygularını paylaşmadığı hikayeler ne kadar da kuru!

Son yıllarda tacize uğrayan ya da katledilen kadınların sayısındaki artışla, televizyonlarla evlerimize, mobil cihazlarla hayatımızın her anına giren film ve dizilerdeki kadın temsilleri arasında belli bir ilişki var elbette. Filmlerde kadınlar sürekli olarak konuşmayan, repliği olmayan, arkadaşı olmayan ve hatta adı dahi olmayan karakterler olarak resmedildikçe gerçek yaşamdaki kadınların da adı siliniyor, görünmezleşiyor. Duygusuz, düşüncesiz nesnelere dönüştürülen kadın imgesi, ona yapılan saldırıların da bir gerekçesi ya da mazereti oluyor.

Bu test, filmlerdeki cinsiyet eşitsizliği meselesini çözmeye yetmiyor. Ama bu konunun en azından tartışılmaya açılmasının önemli olduğu düşüncesi de mevcut. Tabi yalnızca bu testin sonuçlarına bakarak filmleri ya da dizileri değerlendirmek bizi çoğu zaman yanlış yargılara da ulaştırabiliyor. Örneğin Disney yapımı ve kadınların hep prenses olduğu, buram buram cinsiyetçilik fışkıran filmler bu testi rahatlıkla geçiyor! Bu da aklımıza, acaba bu testi Disney destekliyor mu sorusunu getiriyor. Kim bilir!

 

 

 

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.