1893’te ABD sınırları içerisinde ilk kez bir kadın, Lucy Stone, evlendiği erkeğin soyadını reddederek evlenmeden önceki soyadını kullanabilmişti. Bu haber bütün dünyaya kısa bir zamanda yayılmış ve kadınlar için büyük bir kazanım olarak tarihe geçmişti. Birçok kadın, yıllar boyunca farklı coğrafyalarda aynı uygulamayı bir hak olarak kazanabilmek için hukuksal mücadele vermiş ve “cinsiyet eşitliği”ni bu mücadelenin esas konusu haline getirmişti.
Aradan Yıllar Geçti…
Elbette, kadınların “cinsiyet eşitliği” mücadelesi Lucy Stone ile başlamış değildi. Ancak evlilikle beraber bir kadının hayatında daha da belirginleşen eşitsizlik haline karşı koymak, daha doğrusu bu karşı koyuşun hukuksal imkanlarını yaratmaya çalışmak anlaşılan o ki tüm kadınları heyecanlandırmıştı.
1893’te ABD’de yaşanan bu gelişmenin ardından, 1976’da Kanada’nın Quebec bölgesinde, kadınların evlendikleri erkeğin soyadını alması yasaklandı. Eyalet yasalarına göre uygulanan bu yasak bizzat devlet eliyle “cinsiyet eşitliği”ni sağlamak amacıyla düzenlenmişti. Benzer şekilde Yunanistan’da da kadınlar, kadın hareketinin etkisiyle 1983’te “kendi” soyadlarını kullanma “hakkı”nı elde etmişti. Benzer dönemlerde farklı coğrafyalarda soyadı kanunu ve uygulamaları değişmişti. Kadınlar tüm bu gelişmelerin evlilikte erkeğe teslim olmamak ve evlilikte “kendileri kalabilmek” ile yakından ilişkili olduğunu açıklıyordu.
Evlilik Sınırlarını Aşmak, Aidiyeti Reddetmek
“Evlilik ilk başta ekonomik bir anlaşma bir sigorta sözleşmesidir. Günlük hayattaki sigortalardan daha bağlayıcı ve daha kuralcı olması yönüyle ayrılır. Getirileri, yatırımlarıyla karşılaştırıldığında oldukça azdır. Ödülün koca olduğu bu evliliği kadın adıyla, özel hayatıyla ve kişisel saygısıyla öder. Dahası, evlilik sözleşmesi kadını ömür boyu bağımlılık, parazitlik ve sosyal olduğu kadar bireysel bir kullanışsızlığa mahkûm kılar. Erkek de faturasını (bedelini) öder fakat onun çerçevesi daha geniş olduğundan, evlilik onu kadın kadar sınırlamaz.
Böylece, Dante’nin cehennem hakkındaki deyişini evliliğe uygulayabiliriz: “Oraya giren bütün umudu geride bırakır…” -Emma Goldman
Evliliğin kutsadığı her bir kavramın, her bir nesnenin ve eylemin görünür görünmez sınırlarıyla kuşatılır kadın, tam da Emma Goldman’ın söylediği gibi, kendini bütün umutlarını geride bırakmış olarak bulur. Takılan yüzük, ağızdan çıkan “evet”, değişen soyad, yeni bir anne baba, yeni bir aile… Tüm bu sembolik değişimler, aslında büyük bir değişime, kadının çevresiyle ve kendiyle kurduğu bütün ilişkilerin değişimine işaret eder. Evliliğin ortaya çıkış sürecinden bu yana devletin evlilik ile kutsadığı ailede iktidarı ve mülkü elinde bulunduran, kendinden sonrakilere bu mülkü miras bırakan erkek olduğu gibi yukarıda saydığımız tüm “sembolik” değişimler de kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi mülkiyetçi kılar.
Dante’nin cehenneminden tek bir çıkış vardır öyleyse: Umudu geri kazanmak. Kadının erkeğe aidiyetini yaratan, güçlendiren tüm sembolleri reddetmek ve aidiyet ilişkisini ortadan kaldırmak. Öyleyse kadınların evli olduğu erkeğin soyadını reddedişi, hatta İtalya’da olduğu gibi çocukların da doğumdan itibaren annenin soyadını alabiliyor olması sembolleri yıkmanın bir yöntemi, bir parçasıdır diyebilir miyiz? Soyadıyla yaşanan değişim, yaşadığımız ataerkil sistemin de değişimini sağlar mı?
Soyadı Değişirken Değişmeyenler
Her bir sembol taşıdığı anlamı zihinlere işlemek, anlamı güçlendirmek üzerine yaratılır. Haliyle “soyadı”yla kadının erkeğe aidiyetini zihinlere işleyen sembolik dil de taşıdığı anlamı kuvvetlendirir. Bu sembolün reddedilmesi kadın ile erkek arasındaki ilişkiye dair algısal kırılmalar yaratır. Ancak bazen semboller ortadan kalkarken farkında olmadan bir başka sembol, hem de bir öncekiyle aynı anlamı üreten yeni semboller ortaya çıkabilir. Dolayısıyla ortadan kaldırılması gereken sadece sembol değildir. Sembolün ürettiği anlamın da ortadan kalkması gerekir.
Soyadının değişimi tartışmalarına ve “kazanımlara” geri dönersek, soyadının kadınlar lehine değişimi aslında sembolün ürettiği anlamı belli bir noktada ortadan kaldıramaz. Soyun doğrudan evlilik kurumuyla bağlandığı bir eşi reddederken içinde doğup büyüdüğümüz aile kurumuna bağlanması bunun bir “kazanım” olmasının önünü keser. Erkek bir eş ile kurulan mülkiyetçi ilişki, erkek bir babayla kurulan mülkiyetçi ilişkiyle kıyaslanamayacak ölçüde tehlikeli midir? Ya da evliliğin ürettiği kimi semboller halihazırda aile kurumundan da izler taşımıyor mu? Aileden kastımızın ise yukarıda bahsettiğimiz gibi evdeki tüm bireyler üzerindeki iktidarını evlilikle meşru kılan bir erkek figürünü içerdiğini hatırlamak gerek.
Soysuz Bir Hayat Sürmek
Tüm bu soruların da ötesinde, doğumumuzla bizlere verilen kimlikte yazılı bulunan tüm aidiyetleri, en başta da kimlikle bağlandığımız devlete aidiyetimizi sorun olarak görmemiz gerekmiyor mu? Bu aidiyetlerin, ilk toplumlardan bugüne erk iktidarı ve erkek egemenliğiyle ilişkisi olduğu çok açık. Ancak mesele soy olduğunda, yalnızca ata üzerinden değil ana üzerinden de bu ilişkinin kuruluyor olması, iktidarlı ilişkilerle ortaya çıkmış sosyal ve ekonomik adaletsizliklerin bir parçasıdır.
Bugün farklı coğrafyalarda çocukların annenin soyadını alabiliyor olmasının bir kazanım olarak değerlendirilmesi, yine farklı coğrafyalarda kadın üzerinden soyun devam ediyor oluşunu da kazanımlaştırır. Ancak biz kadınlar özgürlüğü kazanmak istiyorsak çabamız yalnızca bizlere dayatılan sembolleri yıkmak olmamalı, sembollerin ürettiği anlamları da yıkmalıyız. Bizim istediğimiz onun ya da bunun soyu arasında bir tercih yapmak zorunda kalmak değil aslında, ezenlerin ezilenleri aşağılamak için kullandığı üzere: Soysuz olmak istiyoruz, soysuzlaşmak!
Şeyma Çopur
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. sayısında yayınlanmıştır.