Akıllı tahtadan akıllı saatlere kadar çevremiz bu tarz teknoloji nesneleriyle doldu da taşıyor. Bunların ne kadar akıllı oldukları ya da akıllarının yaşamımıza ne gibi olumlu katkıları olduğu değerlendirilmesi yapılmadan şimdi akıllı kentlerden söz eder hale geldik. Akıllı kentler, içerisinde yer alan konutlarda, binalarda, yollarda; temizlik, aydınlatma, sulama, park ve trafik gibi sorunları çözmede “yapay zeka”yı öne çıkarıyor ve bunun kullanıcıya zaman ve para tasarrufu sağladığı söylemiyle pazarlanıyor.
Yerel seçimlerin, belli bazı şehirlerdeki sonuçlarıyla ilgili tartışmalarının ardında kalan bir başka yönü adayların seçilmeleri halinde yapmayı vaat ettikleri projeler. Hemen her aday kentlerdeki belediye hizmetlerinin dijitalleşmesi ve “akıllı” hale gelmesi ile ilgili düşüncelerini paylaştılar. Bazısı da doğrudan eko-kent ya da “akıllı kent”leri yaşama geçireceklerini söyledi. Peki belediye başkan adaylarının bu yoğun ilgisi neden?
Londra, New York, Seul, Kopenhag, Chicago gibi şehirler dijitalleşmede oldukça iddialılar ve bu noktada otomasyon sistemleri oldukça gelişmiş durumda. Karekodlar, sensörler, kameralar, bilgisayarlar, otomatik algılayıcılar şehrin her yerine yayılmış durumda. Örneğin, Kopenhag’da bisiklet yollarını organize etmek için veri toplanıyor. New York’ta araç sürücülerinin sık fren yaptıkları yerler belirlenerek trafik akışı ona göre ayarlanıyor. Londra gibi birçok şehirde insanların davranışlarının tümü kaydediliyor ve işleniyor. Ne var ki bu büyük akıllı şehirler aynı zamanda sokaklarında pek çok evsizin, karınlarını çöplerden doyuran insanların yaşadığı yerler. Demek ki kentin ve kentte yaşayanların sorunlarına ve ihtiyaçlarına odaklanan başka bir düşünce sistematiğine ihtiyacımız var.
Kentte yaşayan insanları yalnızca birer dijital veri haline dönüştüren teknolojileri kullanarak insanların duygularını ve düşüncelerini görmeyen bir yerel yönetim anlayışı elbette çözüm değil sorunun kendisi olacaktır. Teknoloji, kentin her sorununu çözmeye yeterli olamaz, kaldı ki teknolojinin kendisi de bir sorun olabilir. Günümüzde birçok problem teknolojiden kaynaklanıyor iken teknolojiye bu kadar bel bağlamak da tuhaf bir çelişki. Sistemde bir aksaklık olduğunda ve işlediği verileri doğru değerlendirmediğinde kentte yaşayanlarda telafisi olmayacak maddi ve manevi zararların oluşturması kuvvetle muhtemel.
Teknoloji neticede belli bir maliyeti de beraberinde getiriyor. Belediyelerin eşitlik anlayışı, bu hizmetlerin herkes tarafından karşılanması oluyor genelde. Ama bu bedelin zenginlere yansıtıldığı oranda yoksullardan da istenmesi adaletsiz bir tutum.
Ve elbette en tartışmalı konu, bireysel verilerin başka kullanımlara açılabilmesi. Teknoloji şirketlerinin sicilleri bu konuda pek masum değil. Hatta mahkemelere yansıyan ve tazminatla sonuçlanan pek çok örnek olmasına karşın şirketler bu tutumlarından vazgeçmiyorlar.
Öyleyse bu ısrar neden? Yoksa akıllı kentler soylulaşma projelerinin yeni bir arayüzü mü? Çünkü pek çok dönüşüm projesi akıllı kent teknolojisiyle uyumlu olduğunu reklam ediyor, bunun propagandasını yükseltiyor ve müşterisini buradan arıyor.
Teknolojik akıllı kentler bize daha güvenilir ve huzurlu bir yaşam sunabilir mi? Yoksa bunlar uğruna özgürlüklerimizden, standartlaşma yüzünden özgünlüklerimizden mi vazgeçiyoruz?
Yerel yönetimler, seçim vaatlerinde söyledikleri gibi ve dünyada yükselen trendin de bir getirisi olarak kent hizmetlerini dijitalleştirmek uğruna bu işleri şirketlerin eline bıraktığında, göstermelik de olsa var olan katılımcılığın da çanına ot tıkamış oluyorlar. Ama çoğunun hesabı akıllı kentlerin aldıkları yatırımlardan paylarını yükseltebilmek ve iş-ticaret hacimlerini genişletebilmek. Kısaca amaç belediyenin kasasına giren parayı yükseltmek. Dijital eko-sistem diye de tanımlanan akıllı kentlerden bizim belediye başkanlarının anladığı ekonomik-sistem! Bu da tabii en çok dijitalleşme ihalesini alan şirketlerin işine geliyor. Kentleri bilemeyiz ama bu şirketler çok akıllı!
Gürşat Özdamar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49.sayısında yayınlamıştır.