Hızla Tüketilen Gerçekler, Yalanla Karışan Kafalar: Medya’da Dezenformasyon – Zeynel Çuhadar

Hızla değişen gündemler, birbirini izleyen olaylar ardından hızla yapılan açıklamalar, hızla akıp giden altyazılar, hızla değişen görüntüler, yüzleri hızla değişen ama birbirlerinin kopyası olmaktan öteye gitmeyen politikacılar… Hızın medyadaki kullanımı hangi örnekte ne şekilde kullanıldığına göre değişiyor. Ancak televizyon ya da bilgisayar ekranının bizden sakladıkları çoğu zaman aynı kalıyor.

“Bir savaşın ilk kurbanı her zaman hakikattir.”

Rudyard Kipling

Yaşadığımız coğrafyada, özellikle siyaset yapmanın bir aracı olarak medyanın kullanımına ilişkin çeşitli yazılara daha önceki sayılarımızda da yer vermiştik. Üç yıl önce gazetemizde yayınladığımız “Tekrar, Tekrar, Tekrar” adlı yazıda, OHAL süreciyle birlikte gittikçe belirginleşen tekrarlarla; birbirinin aynı köşe yazıları, manşetler, sloganlarla itaatkarlaştırılan toplumun, medyada dezenformasyonla devletin propagandasını içselleştirmesi için sürekli bir saldırıya maruz bırakıldığından bahsetmiştik. Şok ediciliği ve haber değerinin yükseltilmesi açısından sunuluş şekli, bu saldırının pekiştirilmesini güçlendiriyordu.

Toplumsal mücadeleler, savaşlar ve etkisini her geçen gün arttıran şiddet sarmalı içerisinde gözden kaybolan gerçekler, yalnızca tekrarlarla silinmeye başlamadı tabii ki zihnimizden. Hız ve hızın stratejik kullanımıyla ilgili uygulamalar gerek medyada gerekse kamuoyunda, gündelik sohbetlerimize uzanan ölçekte uzun yıllardır iktidarın ezilenler üzerinde kullandığı en etkili araçlardan birisi olarak karşımızda duruyor. Hızlı yemeye, hızlı konuşmaya, hızlı hizmete ve bir bütün olarak hızlı yaşamaya uyarlanmış günlerimiz; manipülasyonun, yalanın, dezenformasyonun da hızlısıyla şekillendirilmeye çalışılıyor.

Yalnızca seçim gündemiyle alakalı onlarca açıklamanın ardı arkasına yapıldığı, sürekli yeni bir bilginin açığa çıktığı bu döngünün içinde debelenip dururken gözümüzden ya da kulaklarımızdan (biraz da farkında olarak) kaçırdığımız bir şeyler olabilir mi diye sormak düşüyor bize. Acaba bu aktarımın alıcı tarafında olan bizler, bilgiyi yeniden üretmesek dahi sessizliğimizle şiddete ortak oluyor olabilir miyiz? Kipling’in başarılı bir şekilde tespit ettiği gibi, gerçeğin savaşla yitirildiği bir süreçte, gözlerimizdeki perdeyi kaldıracak olan tek yol olarak savaşın meşruiyetini sorgulamaktan başka bir seçenek kalıyor mu?

Bütün Bu Kirlilik Nasıl Başladı, Nasıl Büyüdü?

“Sadece 48 saat acemisin/ Önce tanır sonra kaybedersin/ Her şey kaybolur, ardından yalnız kalırsın/Dikkat,/ Beğenenlere dikkatli edin!”

Stromae, Carmen

Medya enformasyonda kirliliğin, hızla manipüle edilen gerçeklik ve bunun gözümüzün önündeki alışılmış formuna ulaştığı haline nasıl geldiği üzerine geçmiş ve güncel örneklerden yola çıkarak bir yorum yapmadan önce, biraz başa gidelim isterseniz.

Enformasyon Bombası adlı kitabında Paul Virilio, “hear it now” (anında duy) ve “see it now” (anında gör) şeklinde kavramsallaştırdığı kitle iletişim araçlarındaki değişimden bahsederken tüm bu sürecin bir şiddete dönüştüğünü anlatıyordu. Canlı yayınların aslında o kadar da “canlı” olmadığı, film yıldızlarının yerine geçen top modellerin de yalnızca bir teşhirin nesnesi olduklarını gösteren “sessizliğinden” dem vurarak, haber ya da bilgi alışverişinin bu modern yolunu şiddete ortak olmak olarak tanımlıyordu. 2019’da, yaşadığımız Ortadoğu ülkesinde savaşın, kanın, gözyaşının gerçekliği yanıbaşımızda bütün çıplaklığıyla duruyorken, Twitter gibi sosyal platformlarda en çok konuşulan konuların dizi/filmler ya da magazinsel bir gelişme olabildiği bir durumda, meselenin sadece dezenformasyonla değil iradi seçimlerle de bu hale gelebileceğini anlamamız için Virilio’ya tekrar kulak kabartmak gerekiyor.

Medyada hızın dezenformasyon üreticisi ve bir siyaset yapma biçimi olarak kökeni kitle iletişim araçlarına dayanıyorsa, yaşadığı sıçramanın büyük bir adımını da sosyal medya kullanımının artışında görmek hakkaniyetli olacak. Zira sesin ve görüntünün bilgi-bilgi-bilgi sürekliliğinde devamlı güncellenen ve bu sürece müdahale eden yan bilgiler, yanlış güncellemelerle bilginin gerçekliğinin sorgulanışı üzerinden yaratılan muammaların yapısı, artan sosyal medya kullanımıyla beraber katlanarak devam ediyor.

Sosyal medya kullanımının, yarattığı alternatif medya kanallarıyla devrimciler için kullanışlı bir araç olduğu yıllar boyunca sıkça dillendirildi. Ancak bu kullanımın toplumsal mücadelelere olan besleyici etkisinden söz ederken meselenin devletin manipülasyon aracı haline geldiği kısmını da akılda tutarak bir yorum geliştirmek gerekiyor. Kitle iletişim araçlarının hiçbirine, özü itibariyle bir olumlama yapmamak gerekiyor.

Peki Ya Hakikat Ne Kadar Hakiki?

1950 yılında çektiği Rashômon adlı filminde Akira Kurosawa, ormanda çıktıkları gezinti sırasında saldırıya uğrayan bir kadın ve samuray eşinin hikayesi üzerinden gerçekliği, hakikati sorguluyordu. Sırayla kameranın karşısına geçen ve yüzünü görmediğimiz bir adalet koyucuya olayın nasıl gerçekleştiğini kendi gözlerinden anlatan bütün failler ve tanıklar kendilerine göre, bambaşka hikayeler anlatıyordu. Gerçekleşmiş bir olayın fiziksel bir tasviri noktasında dahi farklılıkların açığa çıkabilmesi ve filmin sonunda da gerçeğin ne olduğuna ilişkin soru işaretlerinin fazlalığı gerçeğin ne olduğuna ilişkin önemli sorular sormamıza olanak sağlıyordu. Yorumcular tarafından “objektivitenin reddi” olarak da okunan Rashômon’u gözümüzün önünde tutarak gündemdeki haberleri, dolaşan tartışmaları düşünürsek akıllara şu soru gelecektir: Peki ya hakikat ne kadar hakiki?

Yanılsamaların Ötesine Geçmek, Gerçekliği Kendi Ellerimizle Yaratmak Mümkün

Hızla, tekrarlarla, yalanla ya da yaratılan muammalarla, zaten hakikiliği kuşkulu olan bilgileri bir kenara bırakmalı. Dokunabildiğimiz, izleyebildiğimiz, dinleyebildiğimiz dünya ölçeğinde, kendi yargılarımızla kendi yarattığımız gerçekliğin kurallarına göre yaşamak mümkün. Bize sunulan seçeneklerin hepsi, tıpkı bizim ürettiğimiz seçeneklerde olduğu gibi, yukarıda belirttiğimiz yöntemlerle manipüle edilmeye çalışılabilir (ki buna da müsait görünüyor). O halde saldırının karşısında durmanın tek etkili yolunun, kendi gerçekliğimizi yaratmanın peşine düşmekte olduğunu kavramalıyız. Kendi gerçekliğimizi yarattıktan sonrasının ise bu gerçekliğin kabulü noktasında inat etmekten geçtiğinin bilinciyle. Devletin, şirketin, medyanın dezenformasyonuna karşı kendi gerçeklerimiz için mücadeleye!

Zeynel Çuhadar

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.