Tarih boyunca yetişkinler, çocukları kontrol altına almaya çalıştıkları gibi mekanlarını da kontrol altına almaya çalışmışlardır. Çocukların oyun oynayıp yaratıcılıklarını geliştirebilecekleri ve öğrenebilecekleri alanları yaratmak mümkün. Bu yazı dizimizin ilkinde oyun coğrafyalarından çocuk parklarını konuşuyoruz.
Modern Çocukluk
Dünyanın farklı coğrafyalarında toplumsal ilişkilerin iktidarlı yapılar tarafından kontrolü ile toplumdaki doğal farklılıklar (yaş, cins, etnisite) avantajlı konumların yaratılması, baskı ve sömürü koşullarının oluşturulması amacıyla farklı şekillerde kullanılmıştır. Özellikle avcı toplayıcıların yerleşik hayata geçişiyle yakın süreçlerde ortaya çıkmış iktidarlı mekanizmaların toplumsal yaşamda ortaya çıkardığı iş bölümünün etkisiyle oluşan yetişkin-çocuk ayrımı ve modernleşmenin ortaya çıkardığı, iş bölümü ve uzmanlaşmanın üretimin yanı sıra toplumsal yaşamın tamamında etkili olmaya başlamasıyla birlikte çocukların ayrı toplumsal kategorizasyon içerisinde tanımlanması bu durumla ilişkilidir. Yetişkinlerin çocuklara yüklediği roller, anlamlar tarihsel dönemlere, kültür ve topluluklara göre değişim göstermiştir.
Peter Gray’e göre çocuklar avcı toplayıcılarda toplumsal yaşam içerisinde büyürken sonraki dönemlerde yetişkinler tarafından evcil hayvanların yetiştirildiği gibi yetiştirilmesi gereken canlılar olarak görülmüştür. Çocukların kendilerine özgü oyunlarının, besinlerinin, giysilerinin, konuşma dillerinin oluşmaya başladığı dönem ise 17. yüzyıl ve sonrasına tekabül etmektedir. Bu dönemden sonra da ayrı gelişimsel özelliklere sahip oldukları iddiasıyla çocuklar toplumsal ayrışmaya maruz kalarak giderek yetişkinlere daha bağımlı hale getirilmişlerdir.
17. yüzyıl ve sonrasında Avrupa’da yetişkinlerden ayrı bir gelişimsel dönem olarak kabul görmeye başlayan ve inşa edilen toplumsal bir yaratım olan çocukluk, bugün de toplumu kendi çıkarları uğruna kontrol etmek isteyen kesimlerin hedefinde olan bir olgudur.
Değişen Çocukluk Coğrafyası
Kentlerin insan coğrafyasının hakimi olmaya başlaması ve kentleşmenin yaygınlaşması sonucu insanın doğadan kopuşu gerçekleşmiş ve kır-kent ayrımı keskinleşmeye başlamıştır. Bireyler önceleri yaşamın bilgisini doğadan bizzat kendileri öğrenirken doğadan kopuşla birlikte bilgi öğretimi ve mekanın kontrolünü kaybetmiştir. Neyin doğru neyin yanlış olacağı ve neyin öğretilip öğretilmeyeceği kentin/iktidarlı yapının yöneticilerinin kararına bağlı olmuştur.
İnsan coğrafyalarındaki değişimi araştıranların yanı sıra S. James’in (1990) “Coğrafya’da çocuklar için bir yer var mıdır?” sorusuyla beraber coğrafyacıların bu konuya olan ilgisizliği eleştirilmiştir. Yönetilen yetişkin bireyler gibi çocuğun öğrenimini gerçekleştirdiği mekanın ve yaşadığı coğrafyanın da değiştiğini vurgulamak gerekir.
Doğanın tahakküm altına alınması, merkezi iktidarın güçlenmesi ve toplumsal ilişkilerde hiyerarşinin belirginleşmesi, çocuklukla ve çocuklarla kurulan ilişkinin de köklü bir şekilde değişmesine neden olmuştur. Avcı toplayıcı topluluklarda, içinde yaşadıkları kültürün tüm araçlarına erişim sağlayabilen ve aşağı yukarı dört yaşından itibaren gruptaki diğer çocuklarla birlikte yetişkinlerden bağımsız bir şekilde etrafını keşfetmekte ve oynamakta özgür olan çocuklar, değişen toplumsal ilişkiler, aile ve eğitim gibi kurumlarla giderek daha da baskı altına alınmış; yetişkinlere bağımlı hale getirilmiştir. Günümüz çocuk-yetişkin ilişkilerine ve çocukların zaman geçirdikleri mekanlara bakarsak çocukluk coğrafyalarının değişmiş, çocukların kentli yetişkinlere iyice bağımlı kılınmış olduklarını anlayabiliriz.
Mekanın kontrolünü sağlamanın toplumun kontrolünü sağlamada önemli bir araç olması sebebiyle siyasi ve ekonomik iktidarların -kendi çıkarlarına odaklandıkları- her uygulaması, çocukların görmezden gelindiği mekansal düzenlemeler olmuşlardır.
Kentler, modern beşeri coğrafyalar kapitalist üretim ve tüketim anlayışının hakim olduğu, hızlı hareketlerin gerçekleştirildiği, rekabetlerin oluştuğu alanlar olmaları sebebiyle çocukların ihtiyaçlarına, beklenti ve isteklerine cevap vermemekte, çocuklara güvenli ortamlar sunamamaktadır.
Sokaklar, yollar, mimari düzenlemeler ve kent planlamalarının hepsi yetişkinlerin fiziksel özelliklerine, ihtiyaç ve isteklerine odaklanmaktadır. Kent mekanının düzenlenme sürecinde karar alınırken çocukların katılımı gözetilmez. Kentler, çocukların tek başlarına hareket edebildikleri, risk alabildikleri, bireysel yetenek ve özgüvenlerinin gelişmesine yönelik alanlar değildir. Çocuklar giderek sokaklarında oynayamadığı, caddelerinde yürüyemediği kentlerde yaşamaktadır. Okul, kurs, sinema, alışveriş gibi etkinliklere araç ile gitmektedirler. Eve, okula ve izin verilen alanlara kapatılmışlardır. Kapalı mekânlar arasında gidip gelmekte ve sosyal yaşama sınırlı bir şekilde katılabilmektedirler. Yalnızlaşan çocuğun öğrenme süreci sakatlanacaktır. Kısacası mekanlar adeta çocukların kontrol altına alınması için düzenlenmiştir.
Değişen Oyun Mekanları ve Parklar
Tarih boyunca yaratıcılığın, öğrenmenin ve toplumsallaşmanın önemli araçlarından biri olmuş oyun, özellikle çocuklar için başat bir etkinliktir. Oyun çocukların fiziksel ve düşünsel gelişiminde önemli bir yere sahiptir ve çocuk oyunla yani öğrenerek büyümektedir. Dayanışmanın, kolektif hareket etmenin ve kolektif yaşamın deneyimlendiği oyunlar çocukların özgür büyümesini ve gelişmesini sağlamaktadır.
Toplumsal, ilişkisel bir olgu olarak mekan, öğrenme süreci için de anahtar bir noktadır. Mekanın kendisi, fiziksel özellikleri ve kurgulanması öğrenme sürecine etkide bulunmaktadır.
Mekanın önemini kavrayan farklı farklı kesimlerden de çeşitli yöntem ve anlayışlar geliştirilmiştir. Örneğin alternatif eğitim modellerinden olan ama öğretmen-öğrenci ikiliğini sürdüren Reggio Emilia’da da mekan çocuk ve öğretenin dışında üçüncü pedagog olarak tanımlanmıştır.
Hollandalı Johan Huizinga’nın “Homo Ludens” (Oyun oynayan insan) fikirlerini benimseyen Situationistlerle çalışmalar yapan Van Eyck’a göre ise oyun modern kapitalizm ve modern mimarlığa karşı çıkışın bir aracı olduğu için tüm şehir gizli sürprizler içeren, yaratıcılığı teşvik edecek bir oyun alanı gibi olmalıydı. Van Eyck’a göre oyun alanlarındaki nesneler değil çocuklar hareket etmeliydi. Bu yüzden atlama taşları, tırmanma çubukları, borulardan mamul kubbeler, kum havuzları yeterli idi. Bu nesneler çocukların hayal gücü ile birleştiğinde kah bir Eskimo iglosu, kah bir korsan gemisi olabiliyordu. Fakat bu yaklaşımda da çocuklara yeterli olabilecek malzemelerin sıralanması başka türden bir mekan düzenlemesi içeriyordu. Ayrıca kentin kapitalist üretim ilişkileriyle bağının nasıl çözülmesi gerektiğine dair sorgulamaları ve merkezi iktidarlarca kontrolünü es geçip iyi bir şehrin nasıl olabileceğini söylemesi de yeterli bir yaklaşım değildi.
Toplumun kontrolünü sağlayabilmek için çocuğun eğitilmesi gerektiği yaklaşımıyla birlikte de kent mekanı içinde mekansız kalan ve evlere, okullara sıkışan çocukların nefes alabildiği alanlar olarak oyun parkları önemsenmiştir. Peki hakim oyun parkları çocukların otonomisine, bağımsız bir birey olma sürecine ne kadar katkı sağlamaktadır? Kentin içerisindeki yeşil alanların tüketilmesinin ardından “çevreci hassasiyeti” ile oluşturulan küçük parklar nasıl bu sorunu çözecek yaklaşıma sahip değilse çocukların evden çıkıp koca koca betonların arasındaki küçücük plastik bir salıncak ve kaydırağın var olduğu sembolik parklara gitmesi anlayışı da benzer bir sığlığa sahiptir.
Kentsel mekanda yetişkinler tarafından belirlenen bir takım kriterler doğrultusunda tasarlanan çocuk oyun alanları ve okul bahçeleri de çocuğun ihtiyaçlarına, beklenti ve isteklerine uygun değildir. Böylesi mekanlara sıkışan çocuk pasif/izleyici konumda olacaktır.
Richard Sennett’e göre de oyun oynamak için özel olarak üretilmiş ve etrafı trafikle çevrelenmiş parklarda oynanabilecek oyunlar belirlidir. Bu noktada hiçbir sürprize yer yoktur. Fakat oyun, kendi varlığını insan eylemleriyle her yerde sürdürebilir. Çocukların kendileri için tasarlanan park ya da oyun alanlarında değil de başka amaçlar için üretilmiş mekânlarda oyun oynamaktan daha çok keyif almalarının nedeni, oyunun yapısında yer alan belirsizliğin, başka işlevler için tasarlanmış alanlarda daha kolay görünür olmasıdır. Bu, oyunun yaratıcı doğasında var olan bir özelliğidir.
Kolektif Özgür Yaşam Alanları ve Özgür Oyun Alanları
Çocukları toplumsal yapıdan ayrı düşünmeyen, bireylerin ve toplumun kendi iradesi, üretimi ve planlaması olarak -toplumun tümünün ihtiyaçları doğrultusunda- şekillenen kolektif yaşam alanlarının varlığı da çocukların özgür bir şekilde büyüyeceği mekansal koşulları ve ilişki biçimlerini yaratacak bir başka araç. Kısacası özgür bilgi paylaşım alanlarının; üretimin, tüketimin ve farklı toplumsal istek ve ihtiyaçların kapitalist ilişki biçimlerinin ve mekanizmalarının yanı sıra merkezi iktidarların dışında gerçekleştirildiği alanların da üretilmesi gereklidir.
Sokaklarının giderek daha büyük binalarla çevrelenip taşıt trafiği sebebiyle güvensizleşmesi çocukların yaşam alanlarında hareket özgürlüklerini kısıtlayan, doğal ve toplumsal ortamla kurulan bağlarını körelten, onları yalnızlaştıran bir olgu olagelmiştir. Sokakta oyun oynayamayan, küçük belirlenmiş parklara, ev ya da okullara sıkışan çocukların, içinde bulunduğumuz tek düzelikten kurtulmaları ve yaratıcı bir toplumsallığı inşa etmeleri pek mümkün değildir.
İşte bu durumun farkındalığına sahip olan, çocukların yaratıcı hayal güçlerini açığa çıkarabilmeleri ve özgür bir toplumsallığı oluşturabilmeleri için farklı yöntem önerileri de mevcuttur: Kevin Lynch’in Melbourne’ün banliyö mahallelerindeki çocuklara dair 1997’deki çalışması, koruma amaçlı dahi olsa çocukların kendi oyun yerlerini oluşturmalarının engellenmesinin çocuklar tarafından hoş karşılanmayacağı bulgularına ulaşmış; İngiliz anarşist Colin Ward (1990) ve pedagog Mary Sibley (1991) de çocuklar için tasarlanan kamusal mekânlar ile çocukların daha esnek ve açık alanları seçmesi arasında ortaya çıkan çelişkinin altını çizerek oyun mekânlarının inşa sürecine çocukların da dâhil edilmesi gerektiğine dair vurgu yapmıştı.
Devletin eğitim sistemine karşı anarşist Francisco Ferrer tarafından başlatılan modern okul hareketi ve 1950’lerde, 1960’larda özgür okullar ve alternatif eğitim biçimlerinin oluşturulması da önemli deneyimlerdi. 1960’ların özgür okul düşüncesinin müjdeleyicilerinden biri ise 1940’lardaki özgür oyun alanı hareketinin gelişimiydi. Colin Ward’un da dediği gibi bu hareket insanların iktidarlara karşı kendi yaşamları için toplumsal yaşamı denetleyebilecekleri ve kullanabilecekleri şekilde dünyayı yeniden biçimlendirme konusundaki özgürlükçü ilginin bir ifadesiydi. İlk özgür oyun alanı hareketi Kopenhag’da başladı. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İsveç, İsviçre ve Birleşik Devletler’e yayıldı. Stockholm’de oyun alanı Free Town, Minneapolis’te The Yard, İsviçre’de Robinson Crusoe Playgrounds olarak biliniyordu. Çocukların yaratıcılıkları geliştirebilecekleri ve yeni şeyler keşfedebilecekleri yap-boz (serüven/özgür) oyun alanının temel ilkesi sadece hammadde ve aletlerle; kereste, çiviler, hurda, metaller, kürekler ve inşaat malzemeleri ile donatılmıştı. Salıncak ve tahterevalli gibi kurulu oyuncaklar yoktu. Esas olarak çocuklara oyun alanlarını inşa etmek, yıkmak ve yeniden inşa etmek üzerine araçlar veriliyordu. Yap-boz oyun alanı hareketi okullara ve endüstriyel kent çevresinin kendisine önemli eleştiriler getirmekteydi. Oyun alanındaki verili malzemelerin oyunun kendisini kurumsallaştırma eğiliminde olduğu ve yaratıcılık ya da deneyime pek az yer bıraktığı eleştirisi mevcuttu.
Yap-boz oyun alanlarında vaktini geçiren çocukların pek çok yönden kendisini geliştireceğini düşünmek hiç de zor değil. Bu alanlar çocuğun fiziksel gelişiminin yanında, kendini ifade etmesi, yaratıcılık ve hayal gücünü geliştirmesi, problem çözme yeteneğini kazanması, neden sonuç ilişkisi sağlıklı kurması, sorumluluk, paylaşma ve dayanışma duygularını geliştirmesi açısından önemli bir yere sahiptir. Ve ayrıca çocuklar özgür olabilecekleri yap-boz oyun alanlarında yıkıp yeniden yaratabiliyor olmanın gücünü öğrenerek daha büyük boyutlardaki yapıları, sistemi yıkıp yeni bir toplumsal yaşamı yaratabilmelerini sağlayacak özgüveni de oluşturmuş olacaklardır.
İlyas Seyrek
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.