Meydan Gazetesi: Ali Bozan kimdir? Bize biraz kendinden söz eder misin?
Ali Bozan: Antakya Mustafa Kemal Üniversitesi Heykel Bölümü’nde okurken sinemayla ilgilenmeye başladım. Heykel kendimi ifade etmem için yetersiz kaldı. Küçük küçük videolar çekmeye, bir şeyleri montajlamaya başladım. Sonra bir kısa film çektik. Yaratma sürecinin kendisini sevdim. Böyle kendiliğinden başlayan bir süreç oldu..
Üniversite yıllarından sonra kendimi, bir şey çekmeden, İstanbul’da sinema sektörünün içinde buldum; ana akım işlerde çalışmaya başladım. Oranın bana bir şey katmadığını söylersem yalan olur, oradaki yapımların insanlar ve toplumlar üzerindeki etkilerini görmeye başladım. Sonra, “Anlatacak bir hikayem var mı?” diye düşündüm. Ülkenin siyasi durumunu biliyorsunuz; alternatif düşünen, işini iyi yapan, geçmişten beri profesyonelleşmiş insanların yokluğundan kaynaklı da yaptığım işler biraz daha fazla değer görmeye başladı. Yakın dönemdeki, özellikle son üç beş sene içerisindeki ülke gündemini, insanları, toplumu, bölgeyi ilgilendiren; kendime ve insanlara dert olduğunu düşündüğüm konuları seçmeye çalıştım.
“7 Gün 7 Gece” filmi ile tanındın. Seni bu filmi çekmeye iten neydi, film çekimi sırasında ve sonrasında neler yaşadın?
“Özyönetim” sürecinde şehirler ablukaya alınmış ve birçok trajik olay gerçekleşmişti. Çoğunu herkes gibi sosyal medyadan duyduk. Ne yapılabilirdi? Bir kadının cenazesi yedi gün boyunca sokakta kaldı, cenazesi alınamadı. Annenin cenazesini izlemek zorunda kalmak ne demek? Anlatılması çok zor bir şey. Bir senariste böyle bir şey yaz desen ve sana getirse “Ya çok abartmışsın” dersin, “Bu olabilir mi?” dersin. Ama oldu.
Benim o süreçte hissettiğim duygular öfke ve çaresizlikti. Böyle şeyler oluyor ve sen hiçbir şey yapamıyorsun. Motivasyonumun çıkış kaynağı buydu. Korkunç çaresizlik.
Mekan arayışı biraz problem oldu. Bölgeye gidip filmi yapamazdım, çünkü yasaktı. Fakat tabii devletin görevlileri oraya gidip klip bile çekti. Böyle olunca filmi kentsel dönüşümün sürdüğü bir mahalle olan Fikirtepe’de çekmeye karar verdim. Kentsel dönüşüm alanlarının Sur, Cizre ve Nusaybin’den farklı olmadığını görünce küçük bir sanatsal dokunuşla mekanı oluşturabildik.
Yeni filmin “Filmin Adı Ne Olsun?”un sürecinden konuşalım biraz. Yine sert bir konuyu ele aldığın bu filmin çekim sürecinde ne tür zorluklarla karşılaştın? Diğer filmle benzeşen ya da farklılaşan yanları neler oldu?
Yine bölgedeki benzer bir acıyı anlatan bir film. Cemile Çağırga’nın, 10 yaşında bir kız çocuğunun günlerce buzdolabında bekletilmesinin hikayesi. Bir buzdolabı, bir kız çocuğu ve bir adam etrafında dönen bir hikaye. Trajediler sanat dilinin sınırlarının çok üstünde, özellikle de Kürtlerin trajedileri. Daha iyi bir anlatımı aramaya, bulmaya yönelten işler daha çok ilgimi çekiyor; o nedenle böyle bir anlatıma gittik. Bunu anlatırken performans sanatına yakın bir tarza dönüştü.
Filmin adı aslında seyirciye sorulmuş bir soru. Geçmişi, çözüm sürecini hatırlatan bir soru. Kurmaca bir film. Ama gerçek bir hikayeden yola çıkan bir film. Öncekine göre daha zor oldu çünkü artık siyasi atmosfer de sertleşmişti. Filmin başka bir dili ortaya çıktı.
Mekan bulmada sorun yaşamadım ama oyuncu seçmeleri yorucuydu. Kız çocuğunu oynayacak çocuğu bulmak biraz sorun oldu. Gerçekten Cemile’nin yaşlarında ve onu yansıtan görünümde birini oynatmak tehlikeli de olabilirdi. İki oyuncu ve yönetmenin yoğun olarak çalıştığı bir süreç oldu. Tabii bir çok insan içinde yer almak istedi, dayanışma gösterdiler.
Her iki filmin de çekim süreçlerinde ailelerle bir irtibatın oldu mu?
Filmi çekerken Taybet Ana’nın da, Cemile’nin de ailesi ile doğrudan iletişime geçmedim ama benim bu filmleri yaptığımdan haberdarlardı. Amacım acıları tazelemek değil bir değer yaratmaktı. Muhtemelen o buzdolabı saklanıyordur. Orasının bir utanç müzesine de dönmesi gerekir. Bir kız çocuğunun buzdolabında olmasının hiçbir mantıklı açıklaması yok gerçekten. Bu topraklarda her objeyle, her nesneyle ilgili bir dramımız var, ayakkabı deyince Hrant Dink geliyor, ekmek deyince Berkin, buzdolabı deyince de Cemile.
Çekimi önceki filmdeki gibi tek plan yapmadım. Burada metaforik anlatımı seçtiğim için zorlayıcı planlardan ve tekniklerden uzaklaştım. Filmin bütçesini tamamen kendi imkanlarımla karşıladım.
Günümüzde çocuklar çalışmak zorunda bırakılıyor, cinsel şiddete maruz kalıyor, hapishanelerde tutsak ediliyorlar. Bunları da düşündüğümüzde kendini ve sinemanı nasıl bir yerde konumlandırıyorsun?
Tüm arşivine el konan Oktay İnce kendisini Sinema Genel Müdürlüğü önüne zincirledi, Bakur’un yönetmenleri yargılanıyor, neye varacak bilinmiyor. Yani sadece çocuk sorunu yok. Hangi kesimden olursak olalım, çocuk hassas olduğumuz bir konu. Eskiden çocukla ilgili meseleye ortak tavır geliştirirdik! Artık bu ortaklaşma da ortadan kalktı. Ben isterdim ki 45 erkek çocuğuna tecavüzün çekilmiş bir filmi olsun. Ne var ki bu başlı başına cesaret gerektiriyor. Ama yapılması gerekiyor, Ceylan Önkol’un anlatılması gerekiyor. Bütün bunlardan bahsetmeyeceğiz de neyden bahsedeceğiz?
Korkunç bir korku duvarı var. Gerçekten başardılar. Çünkü insanlar kendiliğinden “Ya başıma bir şey gelirse?” demeye başladılar.
Sinema öncelikle hafızadır. Biz balık hafızalıyız. Bırakın 10 yılı, 5 yılı, bir hafta öncesinde yaşananları hemen silebiliyoruz belleklerimizden. Sanki hiç olmamış gibi davranabiliyoruz. Diri tutmak adına etkilidir sinema.
Son olarak neler eklemek istersin?
Filmin kurgusu bitmek üzere. Filmi yurtdışı izleyicisindense öncelikle bölge insanına ulaştırmayı önemsiyorum. Buna en çok o insanların ihtiyacı var.
Röportaj: Doğaç İlbay
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.