Geçmişte en çok okunan gazetelerden birinin sloganı şuydu: “Halk Gazetesi”. Yaptığı haberlerle, köşe yazılarıyla, yorumlarıyla hani o çok sık tekrarlanan “halkın haber alma hakkını” yerine getirmeye çalışıyordu. Gazetenin adaletsizlikler ile ilgili haberler yapması, yolsuzlukları ortaya çıkarması, iktidarın gizli ilişkilerini teşhir etmesi “halkın oylarıyla halka hizmet etmek için seçilen” iktidar sahiplerinin pek hoşuna gitmiyordu elbette. Sonrası malum. Gazetenin genel yayın yönetmeni sokak ortasında bir tetikçi tarafından katledildi. Bu, aynı zamanda gazetecilere ve yazarlara olduğu kadar “halka” da bir mesajdı. Bir dönem kapanıyordu. Artık hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktı.
Günümüzde en çok okunan gazetelerden birinin sloganı ise şu: “Milli İradenin Sesi”. Aradan geçen on yıllardan sonra gelinen durumu özetlemeye bu örnek tek başına bile yeterli. Gazetesiyle, televizyon kanallarıyla, sosyal medya araçlarıyla medya günümüzde öyle bir konuma geldi ki, okuyucusu, izleyicisi ya da takipçisi olan “halk”, olaylara yüzeysel yaklaşır, derinlemesine araştırma ihtiyacı hissetmez, iktidarın belirlediği ölçülerin ve sınırların dışına çıkmaz oldu. Hatta bizzat onun biçimlendirdiği bir ortama hapsoldu. Magazin programları ile iç içe geçmiş haber bültenleri, üçüncü sayfadan farkı olmayan gazetelerin ana sayfaları bu ortamı adım adım hazırladı. Medyatik karakterlerin hemen her gün bir yenisi eklenen sansasyonları, acar paparazilerin mide bulandırıcı hikayeleri medyayı kapladı. Başka bir seçenek ortaya konulmayınca da bu tarz programların izleyicisi, takipçisi arttı. Hatta beğenilir, aranılır hale geldi. Bu durum reyting de alınca, bu tarzın devamı geldi ve daha da yaygınlaştı. Medya kendi işine geleni, “halk bunu istiyor” diyerek yeniden ve yeniden dolaşıma soktu.
Medya için “ehil olmayanların eliyle kültürleri medyatikleştirdi” gibi bir eleştiri yapılsa da, aslında planlı bir biçimde, ilmek ilmek, eğlenceyi düşünceye, magazini siyasete tercih etti ve kendi sistematiğine uygun biçimde, medya ile doğan ve onunla var olan, günümüzün popüler karakterlerini imal etti.
İnsan ilişkilerinde kapitalizmle beraber başlayan çözülmenin göstergelerinden biri popülerleşme. Popülerleşme ile meşhur olanla olmayan, gözde olanla olmayan gibi pek çok ikilikler kurulduğunu gözlemleyebiliriz. Bu ikilik aslında toplumda var olan ezen-ezilen ikiliğinin bir biçimde sürdürülmesini sağlamanın yanı sıra onu gizlemenin de bir yolu olmuş. İşte bu noktada popülizm karşımıza çıkıyor.
Nedir Popüler Olmak?
“Meşhur sanatçı, ünlü manken, aranan futbolcu, dünyaca tanınan müzisyen, gözde haberci, başarılı iş insanı, güzel sporcu, deneyimli siyasetçi, duayen gazeteci, yıldız oyuncu, beğeniyle izlenen dizinin yapımcısı.”
Hemen her gün gazetelerde okuduğumuz, televizyonlarda görüp radyolarda işittiğimiz, sosyal medyada karşımıza çıkan bu ifadeler ve tanımlamalar, eğer yaşadığımız dünya küçük bir köy olsaydı, anlamını yitirecekti. Öyle ya, küçük bir köyde, meşhur olmanın bir karşılığı bulunmayacaktı ve dolayısıyla kimse meşhur da olamayacaktı, yıldız da. Ama günümüzde “küresel köy” haline gelen dünyamızda bu tanımlamalardan kurtulamıyoruz. Modern yaşantı bir gösteriye dönüşmüş durumda. Bu gösteride hep var olmak, her zaman ilgi görmeye ve popüler olmaya bağlı. Sahnede herkese yer olmayınca da izleyici olanlara sahneye çıkma hayalleri ile avunmak kalıyor.
Elbette “popüler” olan da kendini, “halk böyle istiyor” diye tarifliyor. Peki eğer öyleyse, halkı bu ortaklaşmaya iten etmenler neler?
Halk sözcüğü tarih boyunca bir yerde yaşayanların tümü, ahali, millet, ulus gibi farklı anlamlarda kullanıldı. Halktan yana olmak anlamına denk düşen popülist ise, ilk başlarda seçkinlere karşı bir duruş olarak nitelense de günümüzde ulusalcılıkla beraber anılıyor. Halkın genel görüşünü yansıttığını savunan popülist medya da aslında farklı düşüncelere kapalı, çoğulculuk karşıtı bir profil çiziyor. Bu da ister istemez tek bayrak, tek vatan örneğinde olduğu gibi kendisini ırkçılığa kadar vardırabiliyor. Haber alma araçlarının biçim ve içerik değiştirmesiyle medya, sunduğu haberlerin arasına mehter marşını ya da İzmir Marşı’nı katarak tam da bunu yerine getiriyor.
Popülizm iktidar ile birebir ilişkilidir zaten. “Siyasi iktidarı kazandık ama kültürel iktidarı henüz kazanamadık” denmesinden sonra oluşturulan Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu’na çağrılan isimlere bakacak olursak bu daha iyi anlaşılır. “Tarihin Arka Odası” isminde popüler bilim-tarih programı yapan Murat Bardakçı, yine popülist söylemleriyle “ülkemizde söylenildiği kadar baskı olduğunu düşünmüyorum. Bundan daha açık bir toplum görmedim ben. Kimse baskı altında değil, bilakis herkes fazla özgür. Çok fazla atıp tutuyorlar” sözlerini sarf eden oyuncu Hülya Koçyiğit, söz konusu Kurul’a atananlara yalnızca birer örnek. Bu isimlerin Saray’daki görüntülerini servis eden medya hem AKP iktidarının kültürel ayağını oluşturmasında üstüne düşeni yapıyor, hem de bu kurula çağrılanları “halkını düşünen sanatçılar” nitelemesiyle ayırarak bu kurula çağrılmayanları ötekileştirerek, hatta düşmanlaştırarak kendi popülist politikasını sürdürmüş oluyor.
Hadi bunu geçtik diyelim, görevi kültür ve sanat alanında politika belirlemek olan, bunun için maaş alan aynı Hülya Koçyiğit, HDP önünde bekleyen ailelere destek ziyaretinde bulunarak kameralara poz veriyor, tam da popülistlik yapıyor.
Bunlar ne yazık ki, Koçyiğit’le sınırlı değil. Öyle popüler/popülist kişiler türedi ki, sabah haberlerinde, magazin programlarında, evlilik yarışmalarında ve hatta maç yorumlarında bile karşımıza çıkıyor ve hemen her konuda konuşup halka tercüman olduklarını iddia ediyorlar. Ama aslında yaptıkları çözüm olmaktan ziyade gündemleri konuşarak tüketmek. Bu kişiler neticede var olan siyasi iktidarın çizgisinde hareket ederek ona bir meşruiyet alanı kazandırıyor.
Farklı bir meşruiyet alanı kazandırma çabasını bir süredir Sabah Gazetesi de yapıyor. Bugüne dek hoşlaşmadığı hatta karaladığı kesimlerden popüler isimlerle yapılmış uzun röportajlara yer veriyor bu gazete. Görece sisteme muhalif düşünceye sahip bu insanlar konuşmalarında “ülkenin ve milletin iyiliğini” isteyen ifadelere yer veriyorlar. Bunlar doğrudan Erdoğan’ı ya da AKP’yi öven ifadeler olmasa da, bu röportajların bütünündeki sistematiğe bakıldığında “ülkenin ve milletin bekası” söylemini yükselten ve bu damardan oy toplayan Erdoğan’ın kazançlı çıktığını söyleyebiliriz. Okuyucuda herkesin milletin bekasını düşünüyor olduğu hissinin yaratılması popülizmin tam da istediği bir şeydir.
Her zaman bu kadar aleni olmasa da, popülizm, yalnızca dikkat edildiğinde fark edilecek boyutlarda, diziler yoluyla da giriyor hayatlarımıza. Örneğin Diriliş Ertuğrul, Payitaht, Kut’ül Amare gibi dizilerdeki karakterlere bakalım. Bu dizilerdeki başkarakterler her nedense Tayyip Erdoğan’ı andırıyor, anlatılan olaylar da sanki günümüzde geçiyor. Bu popülizm o kadar rahatsız edici boyutlarda ki, içerden birisi olan Semih Kaplanoğlu bile 3. Milli Kültür Şûrası’nın Sinema Radyo Televizyon Komisyonu’ndaki konuşmasında “Yok böyle bir tarih, yok böyle bir Abdülhamid, yok böyle bir saray. Reyting uğruna Abdülhamid’den televizyon yıldızı çıkaramazsınız” diye veryansın etti.
Gerçekten de dizinin ilk bölümlerinde canlandırılan bir cuma namazı sırasında Abdülhamid’e suikast sahnesi ve sonrasında yaşananlar, öylesine 15 Temmuz gününe benzetilmiş ki, bunun bir tesadüf olmayacağı ortada.
Netflix dizileri ise bu işin dünyada nereye vardığına iyi bir örnek. Hemen her kıtada 150 milyon abonesi olan Netflix, yapay zekâ teknolojisinden de faydalanarak abonelerinin izleme alışkanlıklarını inceliyor ve onlara film ve dizi öneriyor. Bu “hizmeti” müşteri memnuniyeti adı altında yaptığını iddia etse de, popüler olanı belirleyip buna göre diziler tasarlayarak, para kazanmanın kolay bir yolunu bulmuşa benziyor. Böylelikle Netflix, örneğin Çernobil gibi dünya üzerinde milyonlarca insanı etkilemiş “popüler” bir nükleer katliamı anlatan diziyle kendi “popülerliğini” de sürdürmüş ve artırmış oluyor.
İtalya’nın Po Ovası’ndaki çeltik tarlalarında çalışanların hep birden söyledikleri ve sonraki yıllarda anti-faşist bir marşa dönüşmüş olan Bella Ciao isimli halk şarkısını gene bir başka Netflix yapımı olan La Casa De Papel dizisinde bolca işittik. Bu dizinin ulaştığı milyonlar sayesinde bu parça öyle tanınır oldu ki, sanki Bella Ciao sırf bu dizi için bestelenmiş bile zannedildi. Öyle ki, devrim desen yirmi metre uzaklaşacak bir karakter olan Hilal Cebeci dahi bu parçaya klip yapmakta bir sıkıntı görmedi. Üstelik kendi popülerliğine popülerlik kattı. Yani herkes kazandı, halk dışında!
Kimin borusu?
Bu son iki örnek popülizmin şu tehlikesini de gözler önüne seriyor. Popülizm yalnızca bugünle müsemma bir şey değil, geçmişin tahribiyle de kendini var eden bir kavram. Bakılınca, tarihin de yeniden yazımının söz konusu olduğu ortada. Artık ne Çernobil, ne de Bella Ciao bildiğimiz şeyler olarak sunulmuyor. Bambaşka bir biçime dönüştürülmüş durumdalar. Gerçi medya kendi yarattığı ve popüler yaptığı kimi karakterlerle zaten bunu sürdürüyor. Tarihi İlber Ortaylı’dan, sağlığı Canan Karatay’dan, futbolu da Arda Turan’dan öğrenmeye alıştık bile.
Bir tarafta, halkın nabzını tuttuğunu iddia eden, haber bültenleri, tartışma programlarıyla halka “istediğini veren” medya diğer tarafta ise, herkesin izlediği televizyon kanalını izleyen izleyici. İzleyici, böylece kendini genelin bir parçası gibi hissetmekte, bu genele uyum nedeniyle de başının ağrımayacağını düşünmekte. Elbette bunda kazanan gene iktidar oluyor.
Görece bağımsız ve tarafsız haber ve yayın yapan gazeteciler, programcılar, yayıncılar her dönem mevcut olsa da, bütününe bakıldığında, medya, patronların ya da siyasetçilerin at koşturduğu, onların egemen olduğu bir yer. Medyayı elinde bulunduran patron ya da siyasetçinin ideolojisine uygun haberleriyle dolu, onlara övgüler düzen, gerçeği ya hiç göstermeyen ya da çarpıtan medyanın etkisinde kalan halk neyi isteyebilir?
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.