Öncelikle belirtmek gerekir ki, dün akşam saatlerinde Elazığ’da 6.7 büyüklüğünde meydana gelen depremde maddi ve manevi zarar gören herkesin acısını paylaşıyorum. Acınız acımızdır. İşte böylesi bir günde dayanışma en büyük gücümüzdür.
Üzgün olduğumuz kadar öfkeliyiz de ve pek tabi dünkü depremi konuşurken söyleyeceklerim bunlarla sınırlı kalmayacak. Çünkü daha önce de yaşadığımız gibi böylesi felaketlerde maske düşer, devletin yetersizliği, beceriksizliği ve art niyeti ortaya çıkar. Dün tanık olduklarımız da tam olarak bu türden.
Devletin bakanından, kızılay başkanına deprem öncesi ve sonrası için sözde hazır olması gereken kişi ve kurumlar tartışma yaratan ve öfkelendiren söylemlerde bulundular.
Kendi yüksek maaşları için; sınır içinde ve sınır dışında gerçekleştirilen operasyonlar için ve hiç ihtiyaç yokken, çıkar ve rant uğruna ortaya atılan büyük projeler için toplumdan çalınan paralarla, toplumun gerçek ve acil ihtiyaçlarının giderilmesinin önüne geçen bu kişi ve kurumlar şimdi de kalkmış depremle ilgili olarak devleti eleştirenleri -başka işleri yokmuşçasına- takibe almışlar, haklarında soruşturma başlatılıyormuş.
Neymiş, deprem fırsatçılığı yapılıyormuş.
Şimdi sormak gerekiyor. Fırsatçılık nedir, nasıl yapılır?
Daha önce Elazığ ve köylerinin depreme hazırlıklı olması gerektiği uyarısını yapan, bu konuda projeler hazırladıklarını ancak TÜBİTAK ve Devlet Planlama Teşkilatı’nın reddettiğini dile getiren bilim insanlarını duydukça sormak gerekmiyor mu, “neden dinlemediniz?” diye.
Devletin bir kuruluşu, yıllarca “özel iletişim vergisi” adı altına aldığı -toplam en az 65 milyar lira- “deprem vergisi” kaynağı yokmuşçasına bölgeye destek götürmekle uğraşmak yerine en az 10’ar liralık bağış toplamaya kalkarsa sormak gerekmiyor mu “zorla aldığınız deprem vergisi nerede?” diye.
Yakınlarını kaybetmiş, evi yıkılmış ve soğukta dışarda kalmak zorunda olan insanların “burada devlet yok” diye yakınması ve bir bakanın gece boyunca yaşanan eksiklikleri kendisine hatırlatanlara “her şeyi de devletten beklemeyin” demesi üzerine “sizin varlığınız zarar” demek gerekmiyor mu?
Çürük binaların içinde yaşamak zorunda olanlar ve görmezden gelindiğimiz için bu binaların altında kalanlar/kalacak olanlar olarak gayet de en doğal ve en yaşamsal soruları neden soramayalım?
Şimdi tüm bunlar olurken, depremin öldürmediğini, öldürenin rant ve çıkarları uğruna kaçak katları ve kesilen kolonları görmezden gelen ve ruhsat verilmeyecek alanlara ruhsat veren kişi ve kurumlar olduğunu; devletin ve kapitalizmin kendisinin öldürdüğünü ısrarlıca niye savunmayalım ki.
Ve asıl fırsatçılığın, “Kentsel yenileme yasası” ile kentsel dönüşüme niyetlenip ceplerini düşünenler tarafından yapıldığını niye anlatmayalım. Devletin “siyasete ale etmeyin” tehditi ile depremin “milli birlik” ruhu için fırsata çevirilmeye çalışıldığını niye söylemeyelim.
Açıkça söylemek, sormak ve anlatmak gerek. Makamlarını ve sermayelerini düşünen yetkililerden böylesi sözleri daha sık sık duymak zorunda kalacağımızı düşünürsek, depremin politik olduğunu yinelemeye devam etmek gerek. Depremin öncesinde ve sonrasında yaşanacak olanlara hazırlıklı olmak için örgütlenmek, parayı değil yaşamı savunmaya devam etmek…